el-Kâfi’dir. Akhisarlı 1596 Eğri seferinin ardından yazdığı Usülü’l-hikem fi nizami’l-
alem adlı kitabında özetle şöyle yazmaktadır:
“Şimdiki zamanda silahlar ihmal edildi. Bu yüzden savaştan çok kaçan oluyor.
1596’da Eğri seferinde bu görüldü. Özellikle Rumeli ve Bosna’da düşman ile cenk
eylemeye dayanamayıp firar edenler oldu. Şimdi düşmanda yeni çıkmış silahlar
kullanılıyor ve askerimiz bu yüzden kaçıyor. Bizim de bu silahları edinmemiz
gerekir. Yasaklardan sakınma, disiplin kalmadı. Zulmeden zafer kazanamaz. Asker
zulme başladı mı arkası yenilgidir. Üç yıldan beri, özellikle, Anadolu’da şehir ve
köylerde asker zulmü başladı. Müslümanların, Hristiyanların ırzını ve mallarını
yağma ediyorlar. Bunu yapan özellikle kapıkulları diye adlandırılanlardır”
(Berkes,2004: 36).
16. yüzyılda Avrupa’da özellikle tüfek yapımında başlayan yenilikler, 17. yüzyılda
savaş tekniğinde, asker eğitiminde, savaş nizamı tertibinde köklü değişiklikler
getirmişti. Önce Almanya’da, sonra Hollanda’da ve Fransa’da gerçekleştirilen teknik
yenilikler sonucunda, Osmanlı piyadesinin kullandığı ağır ve hantal arkebuz tüfekleri
yerine, ateşlenmesi ve doldurulması kolay, hafif çakmaklı tüfekler savaşlarda
kullanılmaya başladı.
1709 yılında Auba’nın yaptığı süngülerin ateşli silahlara takılarak kullanılabilmesi ve
fişeğin bulunması, ordunun eğitiminde ve taktik tertiplenme yöntemlerinde çok önemli
değişiklikler yapılmasına neden oldu. Dönemin savaş kuramcısı Montecuccoli de yeni
savaş kuramının ilkelerini şöyle açıklamaktaydı;
“Yeni savaş kavramına göre savaşı yürüten başlıca ilkeler savaş amacının
belirlenmesi, ordunun hareketliliği, şaşırtmanın önemi, taşıtların ve yolların önemi,
yedek güçlerin bulundurulması, daimi ordu beslenmesi ve bunun destekleyecek
mali kaynakların sağlanmasıdır.” Bu açılardan Osmanlı ordusunun, eğitilmiş daimi
ordu kavramının en iyi örneği olduğunu söyleyen Montecuccoli, bütün bunlara
rağmen Osmanlı silah teknolojisinin de geri kaldığını vurgulamıştır. “Topları
gösterişli ve korkutucudur; fakat hareketli ordular karşısında işe yaramazlar; battal
ve ağırdırlar. Ordunun saf nizamları da çağdaş nizamların gerisinde kalmıştır. Bir
orman sıklığını andıran bu ordu, kişisel cesarette üstün olmakla birlikte, yeni savaş
yöntemlerinde kullanılan, ateş gücü üstün, yeni silahlarla donatılmış olan bir ordu
karşısında disiplinini yitirir, panik başlar. Komuta birliği yokluğundan ötürü
68
paniğin arkasından askerin kaçmaya, önüne geleni yağmalaya koyulması gelir”
(Berkes, 2004: 54–55).
Gerçekten de yüzyıllardır Avrupa’yı titreyen, hatta hiçbir zaman mağlup
edilemeyeceğine dair görüşler ileri sürülen Osmanlı Ordusu, artık eski gücünü
kaybetmişti. Öyle ki eskiden kendisinden birkaç kat büyüklükteki orduları perişan eden
Türk ordusu, artık kendi büyüklüğünün yarısı kadar bile olmayan ordulara yenilir
olmuştu. Piyadesi, akıncı süvarisi ve ağır muhasara topları etkisini kaybetmeye
başlamıştı. Avrupa ordularının, hem hafif piyade tüfeği hem de sürat toplarıyla sağladığı
üstün ateş gücü karşısında, Osmanlı ordusu düzensiz bir kalabalık haline dönüşüyor,
arkasından panik başlıyordu. Kaçan asker sevk ve idare edilemiyordu. Piyadenin
yayılışı, mevzilenişi, keşif ve haber alma gibi taktiksel konularda da gerilemeler
olmuştu. Eskiden ordunun başında savaşa giden padişahlar, hem manevi açıdan askere
güç verir, hem de daha şehzadeliği döneminde kazandığı savaş tecrübesiyle zaferlerin
kazanılmasında büyük rol oynardı. Gerek sadrazamlar, gerekse üst rütbeli komutanların
hepsi liyakata göre seçilir ve bulundukları konuma hak ederek gelirlerdi.
Fakat 17nci yüzyıldan itibaren, şehzadeliği sırasında sarayda kafes hayatı yaşamış
padişahların yetersizliği nedeniyle, askerlikten gelmemiş kişiler yüksek komutanlık
makamlarına gelmeye başladılar. Çoğu zaman orduyu sadrazamlar komuta eder, cesaret
ve kahramanlık göstermek isteyen bir sadrazam, düşman kurşununa kurban giderse
yalnız savaş halindeki ordu değil, hükümet bile başsız kalırdı.
İlk Osmanlı hükümdarlarının, kabiliyet ve üstün strateji yeteneklerinden yoksun
dönemin padişahları, çoğu zaman askerlikten gelen bir komutan yerine, saraydan veya
bürokrasiden gelen bir gözdeyi “göreyim seni” diyerek sefere yollardı. Teknolojik geri
kalmışlığın yanında, askerlikten anlamayan komutanlarında orduyu yönetmesi,
muharebe meydanlarındaki kaçınılmaz sonuçları hazırlamıştı.
Askeri teknoloji ve sanayideki gelişmelerin artık izlenemeyişinin baş nedeni ise,
Osmanlı maliye ve devlet ekonomisinin içine düştüğü bunalımdı. Osmanlı parasının
değeri düşerken Avrupa’nın hem ham, hem de işlenmiş maddelerinin değeri
yükselmekteydi. Bu durumda çağdaş yenilikler artık izlenemiyor, ordu yeni silahlarla
donatılamıyor, asker yetiştirme yöntemleri geriliyor, asker arasında disiplinsizlik ve
isyan eğilimleri başlıyordu (Berkes, 2004:76).
69
BÖLÜM 3: 18 NCİ YÜZYIL ISLAHAT HAREKETLERİ
1683 İkinci Viyana Kuşatmasından 1699 Karlofça Antlaşmasına kadar geçen süre
Osmanlı Devleti açısından sonun başlangıcı olarak görülmektedir. Osmanlı Devletinin
en kanlı, en buhranlı ve tehlikeli dönemini kapsayan bu yıllarda, koskoca imparatorluk,
ikiyüz senede kazandığı yerleri kaybettiği gibi elinde kalanları da müdafaa edemeyecek
bir hale gelmişti. 1699 yılından 1718 Pasarofça Antlaşmasına kadar geçen 19 yıl
boyunca Avusturya, Macaristan ve Rusya ile de savaşmak zorunda kalan Osmanlı
Devleti, bu tarihte imzaladığı Pasarofça Antlaşmasıyla kesintili de olsa bir barış
dönemine girmişti. 1718 yılından başlayıp 1730 tarihine kadar geçen bu süre “Lale
Devri” olarak adlandırılmış olup, Osmanlı Devletindeki ilk yenilik hareketlerinin de
başladığı dönem olarak görülmektedir. Lale devri ile başlayan 18. yüzyıl ıslahat
hareketleri, sosyal bilimciler tarafından aşağıdaki dönemlere ayrılarak incelenmektedir;
18. yüzyıl yenilik hareketleri
- Lale Devri (1718–1730)
- I.Mahmut Islahatları (1730–1754)
- III. Mustafa Islahatları (1757–1774)
- I.Abdülhamit Islahatları (1774–1789)
- III. Selim ve Nizam-ı Cedit (1789–1807)
3.1. Lale
Devri
Islahatları (1718–1730)
1718 yılında Pasarofça Antlaşmasını imzalayan Osmanlı devletinin başında padişah III.
Ahmet ve Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa bulunuyordu. Türk modernleşme
tarihinin başlangıcı olarak nitelendirilen bu dönemin en önemli yanı, 1595 yılında
başlamış olan geleneksel düzene dönme arayışlarının yetersiz olduğunun kabul edilerek,
ekonomik, sosyal ve bilimsel alanda daha ileride bulunan ülkelerden yararlanma fikrinin
uygulamaya geçirilmesidir. Aslında, uzun yıllardır Avrupa uygarlığını aşağılayan
Osmanlı devlet adamları ve uleması, askeri teknik ve yenilikler söz konusu olduğunda,
70
Dostları ilə paylaş: |