cak sorunun, entelektüellerin halka gitmeye gönül indirme
si olmadığını... “gerçek hayat” diye ayrıcalıklı bir ‘alan’ bulun
madığını... söylüyoruz. Entelektüel uğraş da dahil bütün top
lumsal uğraşlar arasındaki ilişki sorunludur. Entelektüel uğra
şın ‘ayrıcalığı’, politik bir kaygıyla, bu ilişkiyi anlamlandırmay
la, yeniden-kurmayla ilgili olabilir.
Ki bu da, farklı yaşam dünyalarına, ve ‘özel’lere, kamusallık
partiküllerine, politik jargonlara ait “yabancı dilleri” öğrenme
yi, bu lisanlar arasında geri-dönüşlü bir alışverişe açık olmayı
gerektiriyor. (Politik kaygı dedik; dolayısıyla bunu sentetik bir
dil işlemi olarak görmediğimizi, dille yapışık eylemden/ilişki
lerden bahsettiğimizi yinelemeye gerek olmamalı.)
Akademik-bilimsel lisan... nicedir pek o kadar otantik ve
özerk olduğu söylenemeyecek halk dili ve argo... edebî lehçe
ler... arasında anlam taşıyarak, anlam yü kleyerek gidip-gelmek
kolay bir iş değil. Üstelik, kamusallık etmeni taşıyan dillerin
öteden beri resmiyetçi dilin baskısı altında daraldığı; eski, ye
ni ve çeviri “sivil” dillerin renkli bir “melezlik” potansiyeli sun
makla beraber halihazırda daha çok anlaşma imkânlarını azalt
maya yaradığı bir zeminde... Bu zemin, bir söz m agazini (ma
ğazacılık, süpermarketçilik anlamıyla) işleten medyanın “gün
dem” diliyle, iyice üzerinde durulmaz olmuştur. Medya dilini,
bütün klişeleri ve TV koreografisiyle beraber devamlı sorgula
mak ve geçersizleştirmek, entelektüel, politik, kamusal kaygı
lar bir yana, özel sohbetler için bile farz haline geliyor!
Burada bir tür “Tûba ağacı nazariyesi” mi kuruyor, her şe
ye mukayyet olacak, birkaç dünya dili bilen eski bilge-aydın-
lar misali bu karmaşık dünyanın bütün söz bağlamlarına, bü
tün yaşam dünyalarına nüfuz edebilen süper-empatik “yüksek
aydınların” yetişmesini mi tasarlıyoruz? Elbette hayır. Bir ek
sikliğe dikkat çekiyor, bir zihniyet değişimini, sözünü ettiği
miz alış-verişin gerçekleştirebileceği bir ilişki ağını, bir uzuv,
bir “organ” gibi hazır beklemeyen türden ( “yapay organ” eğre
tilemesine mi başvurmalı?) organik bağıntıları arıyoruz.
Yoksa bu taktik ve stratejik aranışı abartmamalı mı? Tabii ki,
güç, etkinlik, erişim mülahazalarından bağımsız olarak, “söyle
dim ve ruhumu kurtardım” sözünün özetlediği mütevekkil ra
dikalizm de her zaman meşrudur. Bildiği gibi söylemek... uzun
uzun, herkesin vakti müsaitmiş, herkesin gönül gözü açıkmış
varsayarak söylemek. Eninde sonunda aradığımız bu değil mi?
Ama işte bu da artık öğrenilecek ve kollektif olarak öğrenilecek
bir şey...
Birikim 144, Nisan 2001
Ümit Kıvanç'ın Kazım Koyuncu Belgeseli - Şarkılarla Geçtim Aranızdan
Bir Kıt Kaynak Olarak Samimiyet
Hrant Dink ve Kâzım Koyuncu... Yakın zamanda, başka başka ölümlerle yi
tirdiğimiz iki insan. Başka birçok ortaklıkları yanında, zannediyorum özel
bir ışıltıyla öne çıkan bir müşterekleri, bir güçleri vardı: Samimiyet! İkisi
de insanlara samimiyetin sarmalayıcı sıcaklığıyla hitap ediyor, samimiye
tin sakin kuvvetiyle davranıyorlardı. Sadece kelimelerin taşıyamayacağı,
edâda, çehrede, bakışta, sesin renginde barınan bir kuvvettir o.
ikisini de'başka'yapan, istisnâî kılan bir ışıltıydı bu...
* * *
Şarkılarla Geçtim Aranızdan'a - Ümit Kıvanç'ın Kâzım Koyuncu belge
seline de, "Samimiyet üzerine uzun, uzun bir film" diyebilirim ben. Kâzım
Koyuncu'nun şarkı-türkü söyleyişindeki gönüldenlik, haykırışındaki, sah
ne tavrındaki neşe... Öfkesini dile getirirken, kendi kendini coşturmadan,
sesinin gaz pedalına basmadan, bunlardan çok daha ağır ve sahici, yüre
ğindeki burkulmayı hissettirişi... Şiirli konuşurken, fiyakalı sözler sıralar
ken, epik bir havaya girdiğinde bile, bunları asla teatral kılmayan bir yâ
renlik havasından uzaklaşmayışı... Evet, sözünde sohbetinde, neredeyse
kamusallaşmış bir yârenlik havası; bilhassa Mehmedali Beşli'yle sohbetle
rinde, insana sanki böyle böyle söyleşmekle, tam bu tonda, bu makamda
konuşmakla dünyanın bütün meseleleri çözülebilir hissi veren... Dostlu
ğun, insanın insana açıklığının, dünyayla umutla bakmanın makamı... Gü
ler yüzün bir armağan olarak sunuluşu, tebessümün daveti...
Ve tabii samimiyetin refakatçisi: sadelik. Dobralık gösterişine girmek
ten, harbîlik imitasyonundan uzak, sade sadelik. “Rüzgârdan daha sade ne
olabilir? Sadelikten daha havalı ne olabilir7"1
Filmin, Kâzım Koyuncu'nun bir tebliğe dönüşen samimiyetine kesin
kes sadakat gösteren bir tavrı var. Dış sesi olmayan bir film; bir şey anons
etmiyor, alt yazısıyla yol göstermiyor. Söze, imgeye, müziğe emanet. Do
ğanın, kuşun sadeliğine... Kabaran Karadeniz'le cenkleşmek üzere sahilde
'konuşlanmış'dozerlerin, grayderlerin, kepçelerin asabi voltalarına inat,
1
Andre Compe-Sponville, Büyük Erdem ler Risalesi, çev. İşık Ergüden, İs
tanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan, İstanbul 2004, s. 199.
film de orada duruyor, bekliyor. Söylenenin, seyrine bakılanın hazmedil-
mesine vakit bırakıyor. Tabii, bu da bir davet aslında! Bu da bir armağan.
* * *
Samimiyet, nasıl da etkiliyor bizi. Rastladığımızda nasıl sevinçle şaşırı
yor, umutlanıyoruz. Samimiyetin gücü nasıl da alıp götürüyor.
Çünkü samimiyet, insanın kıt kaynakları arasında belki en kıtı artık.
* * *
İnsanın insan olma erdemine kamusal alandaki varoluşuyla kavuşa
cağını anlatan büyük filozoflar, samimiyeti hem bir iletişim koşulu olarak
önemser, hem de samimiyet methiyesine şüpheyle yaklaşırlardı.
Richard Sennett,2 Aydınlanma ve modernleşme sürecinde, modern
kamusal alanın oluşum deneyiminde, rol oynamanın önemini anlatır. Bü
yük şehirde sürekli tanımadığımız, ilgilerini bilmediğimiz insanlarla karşı
laşır; onlarla salimen iletişime girebilmek için belirli söz kalıplarıyla konu
şuruz, kamusal rollere gireriz. Bunlar da iletişime elverişli roller olarak bi
çimlenirler, biçimlenmeleri gerekir. Salt "kendini ifade etmek", "kendi ol
mak", otantik-kişisellik, övülecek bir şey değildir, tersine içeriksiz, asos
yal, kamusallık-dışı bir tutumdur. Kaldı ki kendi hissiyatının, o "kendi gi
bi olma" halinin nesnel durumuyla eleştirel bir bağ kuramayan modern
insan, "kendi"ni de tanıyamaz; dışavurduğunu sandığı hal, onun "kendi
liği" olmaz. Sennett'e göre esas sorun, modernleşme sürecinin seyri için
de özel alan ile kamusal alan arasındaki ilişkinin dengesizleşmesidir. Ka
musal rollerin yerini psikolojik otantiklik özlemi almıştır. Veya başka te
rimlerle söylersek; tüketim ve piyasa toplumunun serpilmesine bağlı ola
rak'aşırı'değerlenen özel alan, kamusal alanla beraber kamusal rolleri is
tilâ etmeye yönelmiştir. Özel alan kaynaklı motiflerle, kişilik özellikleriy
le belirlenen sözde-kamusal roller, kamusal bir iletişimin zeminini gitgi
de tahrip ederler.
Demek, sahici samimiyet 'kendiliğinden'varolmaz. İnsanın "kendi ha
li" ile kamusal olan arasında, iki yöne de merakla baktığı eleştirel bir ilişki
içinde inşâ edilmesi gerekir. Aranan sahicilik, bu ilişkinin sahiciliğidir, ol
gunluğudur; yoksa bir kendini değiştirmeme inadının, dönüp de kendine
ve dünyaya bakmama kibrinin solipsist otantizmi değil.
2
Kamusal insanın Çöküşü,
çev. Serpil Durak-Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Ya
yınları, İstanbul 2002 [ilk basımı 1996],
Dostları ilə paylaş: |