Yazar: baki ÖZ 1996



Yüklə 0,63 Mb.
səhifə12/15
tarix06.02.2018
ölçüsü0,63 Mb.
#26155
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15

Hıristiyanlık, Alevi-Bektaşilik'te odaklanmamıştır. Bir başka deyişle Alevi-Bektaşilik Hıristiyanlığın bir devamı da değildir. Alevi-Bektaşilik Anadolu ve Ortadoğu Hıristiyanlık öğelerini bağrında eritmiştir. İslamlaşma/İslamlaştırma olgusunu yaratmıştır. Birçok etnikten insan ve dönemlerine göre aydınlar Alevi-Bektaşiliğe geçerek bu çığırın insanları olmuşlardır. Nakabi, Mahcubi, Cibri, Hirani, Serkiz Zeki, Harabi, Aşık Vartan, Civan Ağa, Hayrani, Coşkuni, Neğdeli şair Hitabi gibi Hıristiyan ve çoğu Ermeni aşıklar hep ikrar vermiş Bektaşilerdir (8).

16. y. yıla ait bir belgede Sarı Saltık zaviyesinde hizmet eden Müslüman dervişlerle birlikte Dimitri oğlu Gyorgi, Kalfal, Boğur gibi Hıristiyan derviş adlarına da rastlanmaktadır (9).

Alevi-Bektaşiliğe yalnızca Hıristiyan aydınlar değil, Hıristiyan heterodoks akımlar da katılmıştır. Bunlar arasında Ortadoğu heterodoks akımlarını da görüyoruz. Anadolu'da Alevi-Bektaşilik biçimindeki halk Müslümanlığı toplumsal reform tohumlarını ruhunda taşımaktaydı. Paulicianların Maniheist kalıntıları üzerine geliştirdikleri yeni Maniheist hareketten tutun, Nasturiler, Montanistler, Thondraklılar, Gregoryenlerin çoğu, Rumeli, Arnavutluk ve Bosna'daki Bogomil hareketi sonradan tümüyle Alevi-Bektaşi hareketi içerisinde yer alarak, yeniden kalıba döküldü, yeniden biçimlendi. Öz ve nitelik kazanarak yeni bir hareket oldu. Eski Anadolu kültürleri araştırıcısı Burhan Oğuz'un belirlediği gibi, Hıristiyan Anadolu İslamlaşırken tüm heterodoks hareketler İslamın heterodoks yanına katıldılar (10). Yani kendilerini Alevi-Bektaşiliğin içinde buldular.

Alevi-Bektaşilikteki Hıristiyan ve Ortadoğu inanç izleri açıklamalarda görüldüğü gibi temel değil, ayrıntılarda görülebilecek bir takım kalıntılardır, izlerdir. Alevi-Bektaşilik eski kültürleri kendi potasında eriterek yeni bir akım durumuna dönüştürmüştür. Tarihsel gerçeğe uyan bu görünümüdür. Doğruya varmak için olaya bu yanıyla yaklaşmak gerekir.

KESİM XII - DİPNOTLAR:

(1) Hasluck'tan yapılan özetlemeler için bkz: Von Hasluck - Bektaşiliğin Çoğrafi Dağılımı, İst 1991; F. W. Hasluck - Anadolu ve Balkanlar'da Bektaşilik, Ant yay. İst. 1995, Birdoğan (1990), s: 507 v.d.; Eröz, s: 176 v.d.; Ulusoy, s: 249.

(2) Bkz: John Kingsley Birge - Bektaşilik Tarihi, Ant yay. İst. 1991, s: 242-245.

(3) Aktaran, Bozkurt, s: 83.

(4) Birge, s: 29.

(5) Birge, s: 242.

(6) Melikoff, s: 6.6.

(7) Eröz, s: 183.

(8) Bkz: Atalay, s: 88; Burhan Oğuz - "Anadolu Aleviliğinin Kökenleri", Alevilik Üstüne Ne Dediler, Ant yay. İst. 1990, s: 272.

(9) Bilgi için bkz: Birdoğan (1992), s: 280.

(10) Oğuz, s: 272.

...

KESİM: XIII



DİYANET'İN TUTUMU MEZHEPÇİDİR

Diyanet İnkârcı:

Diyanet, Nisan 1993'de "Muharrem Orucu" hakkında bir başvuruya yanıt vermek zorunda kalır. Tarihi ve gerçekleri çarpıtıcı olan yanıt şöyle:

"İslamdan evvelki cahiliye devrinde Muharrem Orucu tutulurdu. Muharrem (Aşure) orucu Yahudi menşeli bir oruçtur. Aşure (Muharrem) orucunun Kerbelâ ile hiçbir ilişiği yoktur. 10 Muharrem etnolojik açıdan cahiliye Arabının bayram ve eğlence günüdür. Hz. Hüseyin hilafet için Emevilere isyan etmiştir. Bugün devrimizin aydın müslümanlarına düşen 14 asır evvel meydana gelen bu hadiseyi hakkıyle muhasebeden geçirip İslam'ın istediği barış ortamını sağlamaktır. Ramazan orucu farzolunmadan (Hicri 2. sene, Şaban ayı, Miladi 624 Şubat) önce Hz. Resulullah tavsiyesiyle Muharrem orucu tutulmuştur" (1).

Diyanet açıkgözlülük ederek sapla şamanı karıştırıyor. Doğrular Diyanetin söylediği gibi değil. Temelde amacı Alevi kültür ve inanış öğelerinin varlığını kabul etmemek. Bunun için de dolanbaçlı yollara baş vuruyor.

Aleviler'in tuttuğu Muharrem orucuyla İslam öncesi Muharrem orucunun ad benzerliğinden öte hiçbir ortak yanı yoktur. Aleviler 12 gün, İslam öncekiler veya İslam dışında olanlar 3 gün tutarlar. Yahudi geleneğinde aşure Muharrem ayının 10. günü, Alevi geleneğinde 12. günü kaynatılır. Alevilere özgü Muharrem orucu 681 yılında başlamıştır. Ötekisi ise yüzyıllarca önceye dayanır. Bu doğruları görmemezlikten gelmek Diyanet'in "marifeti"dir.

Diyanet, aşureyi bilinçli olarak çarpıtıyor ve Yahudi bir kökene dayıyor. Bu ötedenberi başvurulan yol. Aleviliği Yahudi ve Hıristiyan kökenli gösterme çabalarının bir ürünü bu. Oysa Yahudiler'in kutsal kitabı Tevrat'a göre, bugün kefâret günüdür. Yani günahlardan arınma cezası ödeme, işlenen bir günaha karşı birşey verme ya da yapma günüdür. Yahudiler bugün oruç tutmuşlardır. İslam öncesi Araplar da Yahudiler'e bakarak aynı gün oruç tutmuşlardır. İslam dönemindeyse R'mazan ayı ileri sürülmüş, ötekiler yasaklanmıştır. Buna karşın İslamlık Muharrem ayımn 10. günü için pekçok yeni inançlar ileri sürmüştür. Bu inananlara göre bugün;

• Adem'in tövbesi kabul edilmiştir.

• İbrahim, ateşten kurtulmuştur.

• Yakub, oğlu Yusuf'la buluşmuştur.

• Nuh'un gemisi Cudi dağına oturmuştur.

O gün aşure tatlısı pişirilir. Bu bir şükran çorbasıdır. Bunlar Sümer mitolojisinden gelme öykülerdir.

Alevi inancındaki Muharrem Orucu ve aşure çorbasının bu geleneklerle ilgisi yoktur. Hz. Hüseyin'in katilleri Aleviler olmadığına göre bir kefaret ödeme zorunlulukları da olamaz. Kefaret ödemesi gereken birileri varsa, o da Yezit yönetimindeki Emeviler ve daha sonraki onun izdaşları. Aleviler'in bu içerik ve amaçta bir oruç tutmalarına gerek yoktur.

Alevilerin Muharrem orucu ve aşure geleneği İslam öncesi, hele hele Yahudi kaynaklı değildir. Doğrudan İslam dönemi olayların ürünüdür. Kerbelâ ve Oniki İmam kökenlidir. Olayı çarpıtmak için kimi kökenler aranmış ve uydurulmuştur. Muharrem orucunu Yahudi geleneği gibi göstermek; gerçeği katletmek, Yezit ve Emevi siyasetini 21. y. yılın eşiğine taşımaktır.

Ali ve Hüseyin "İsyancı" mıdır?

Diyanet ve yandaşları artık şunu kabul ettirmeye çalışıyorlar: Hz. Ali Muaviye'ye, Hüseyin'se I. Yezid'e "isyan" etmişlerdir.

Diyanet açıkça; "Hüseyin, Hilafet için Emeviler'e isyan etmiştir" diyor.

Aynı çığırda Hüseyin Hilmi Işık:

"Ali ile Muaviye'nin muharebe etmesi farz olduğu için idi. İsyanı bastırmak içindi. (...) Eshabı Kiram arasındaki, muharebeler içtihad yüzünden idi" (2).

Yine H. Hilmi Işık bir başka kitabında:

"Bu zındık Aleviler, Hz. Muaviye'ye lanet ediyorlar. Muaviye Hz. Peygamber Efendimizin esbabındandır. Hem de kayın biraderidir. Yani Peygamber efendimizin Ehlibeyt'indendir. Hz. Hasan hilafeti kendi arzusu ile Muaviye'ye bıraktı. Layık olmasa bırakır mıydı?" (3).

Benzer görüşleri aynı kalıptan çıkmış gibi Necip Fazıl Kısakürek'te de görüyoruz:

"Allah Resulünün sır katipliğini yapmış, islami denizlere çıkarmış ve ölürken Kainat Efendisinin mübarek tırnaklarını dudaklarına koydurmuş olan Muaviye büyük bir sahabilerderidir. Ali ile ihtilafı da bir içtihat meselesinden ibarettir... Nur neslinin iki kol başısına edilen (Ali ile Hüseyin'in öldürülmesi) gök kubbeyi devirici zulüm ise Muaviye'nin eseri değil" (4).

Anlatımlar çok açık. Muaviye ve I. Yezid aklanmaya çalışılıyor. Ehlibeyt'ten gösteriliyor. Oysa Ehlibeyt bilindiği gibi Hz. Muhammed'in Ali soyundan türeyen ailesi. Hz. Muhammed'in kayınbiraderi olması (hısımlık) onu bu aileden, Ehlibeyt'ten göstermeye yetmez. Ehlibeyt'in Ali soyu olduğu kesinlikle kabul edilir.

Bu anlatımlar Ali'yi de, Hüseyin'i de açıkça yasal bir devleti devirmek ve yönetime gelmek amacıyla eyleme geçmiş "isyancı" olarak niteliyorlar. Ali'yi ve Hüseyin'i "isyancı" Muaviye ve Yezid'i yasal (meşru) saymak dinin özünü mahveden Emevi ruhunun ikibinli yıllarda yeniden canlanması, doğruyu yeniden katletmesi demektir. Kaldı ki tarih kesin söylüyor. Emeviler yönetimi gasbederek ele geçirmiş ve sürdürmüşlerdir. Gerek Ali, gerekse Hüseyin'in eylemleri hakları olanı elde etmektir. Ali ve çizgisi yasal olarak yönetime gelmenin, eşitlikçi bir toplum yaratmanın savaşını verirken; Muaviye ve çizgisi soylarını yönetime taşımanın, sultanlığın, imparatorluk kurmanın savaşını veriyordu. Yönetime gelme uğruna tüm değerlerin altüst edilmesini gözleri görmemiştir. Yoksa Diyanet ve yandaşlarının yumuşatarak savunduklan gibi Ali'yle Muaviye arasındaki ayrılık bir "içtihad" sorunundan, basit bir görüş ayrılığından kaynaklanmamıştır. Hele hele bir "farz" hiç değildir. Bu Muaviye'yi tarihin yargısında kurtarma çabasıdır.

Yasal olan hangisinin yönetimi? Ali'nin mi, Muaviye'nin mi? Ali halife seçilmiştir. Yönetici kadro tümüyle Emevi'dir. Yeni atamalar yapmak, yönetimdeki kadroyu değiştirmek zorundadır. Bu, Ali'nin hakkıdır ve hükümet olmanın gereğidir. Atadığı vali ve komutanların hiçbiri görev devralamazlar. Başta Muaviye olmak üzere hiçbir vali ve komutan görevlerini yeni atananlara bırakmazlar. Ali'yle Muaviye arasında savaş bu yüzden çıkar. Burada "isyancı" kim? Yasal halife olan, hükümeti yürütmek isteyen Ali mi? Görevini, yerine atanana bırakmayan, tüm Emeviler olarak yönetimde zorla kalmak isteyen Muaviye ve Emeviler mi?

Hüseyin'in olayı açık. Ali soyunun elinde hükümet zorla gasbedilerek alınmıştır. Hasan'la yapılan antlaşma bir hiledir ve Muaviye hiçbir hükmüne uymamıştır. Ali soyuna sövgüler daha yoğunlaştırılarak sürmektedir. Emevi yönetimini tanımayan, onu gasb olarak gören, yönetimin Ali soyunun hakkı olduğunu kabul eden geniş bir İslam çevresi vardır (özellikle Irak). Hüseyin'in geniş kamu yığınlarınca yönetimin başına geçmesi istenmiştir. Hüseyin, bu yığınların temsilcisi ve bir misyon adamı olarak babasının başkenti olan Küfe'ye doğru yola çıkmıştır. Gasbedilmiş yönetimin yasal temsilcisidir. O nedenle bu yönetime gelme eylemini bir "isyan" sözüyle ve bakışıyla değerlendiremeyiz. Hüseyin'in eylemi; bozulmaya, yozlaşmaya ve sınıflaşmaya giden İslam toplumunu eski eşitlikçi ve demokratik özüne dönüştürmedir.

Olaylara bu açıdan bakıp değerlendirmeler yaparsak doğruları yakalamış oluruz.

Diyanet: "Alevilik Bir Mezhep Değil, Kültür Olayıdır"

25 Mayıs 1993 günü gazetelerde Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın 12 Mayıs'ta HBB Televizyon kanalında yayınlanan "Yüksek Tansiyon" programıyla ilgili şu açıklaması yer alıyor:

"Alevilik; sazıyla, sözüyle, edebiyatıyla bir kültür olayıdır. (...) Bir mezhep değildir."

Bu açıklama bize bir takım şeyleri çağrıştırdı. Diyanet;

• Aleviliği bir mezhep veya tarikat olarak görmüyor. Mezhep ve tarikat olması durumunda kimi haklar isteyebilecekleri kuşkusunu taşıyor.

• Aleviliği basitleştirerek sıradan sazla-sözle uğraşan, çalıp-söyleyen bir "folklor" düzeyine indirgiyor. İstediği kadar çalıp söylesinler, fakat hak talebinde bulunmasınlar düşüncesinde.

• Bir zamanlar Alevilik "Beşinci mezhep" grubuna sokularak, İslamın resmi mezheplerinin dışına atılmıştı. Yine aynı amaç güdülüyor. Bu kez mezheplik de kendisine tanınmıyor. Sıradan bir "folklorik grup" olarak görülmeye çalışılıyor.

• Diyanet bu yaklaşımla Alevilerin son dönemler yoğunlaşan hak isteklerinin önünü tıkamaya çalışıyor. "Mezhep değilsiniz ki isteklerinizde haklı olasınız. Sazlı-sözlü bir kültür grubusunuz. İstediğiniz kadar çalıp-söyleyin, karışan yok" diyecektir. Böylece Alevilerin de ödediği vergilerden oluşan trilyonların üzerindeki Diyanet bütçesine yalnız devletin resmi mezhebi (Sünnilik) konmuş olacaktır. Diyanetin amacı budur.

Diyanet Kurumunda Aleviler Yararlanamıyorlar:

Gazetelerde öteden beri sık sık yer alan haberlerden biri de Alevi ölülerinin camilerde kovulmaları ve Aleviliği karalayıcı vaazların verilmesidir. Biriki örnek vermeyi yeterli buluyoruz:

9 Ocak 1993'te Eskişehir'de bir müftünün vaazından:

"Bektaşiye sormuşlar: Namaz kılar mısın? demiş; Bayramdan Bayrama. Sormuşlar; Ya içki içer misin? demiş; akşamdan akşama... Ey cemaat bir Alevi milleti var ki, bunların cenaze namazı kılınmaz? .. Kestikleri yenmez, Şapkalarını rüzgar camiye atsa, o şapkayı gidip almazlar. Bunların kapısının önünden geçmek bile caiz değildir. Hatta bunlar müslüman bile sayılmazlar!." (5)

Emekli öğretmen Hasan Kaya'nın ölüsü 3 Nisan 1993'de Yenibosna Merkez Camiine getirilir. Cami imamının çirkin tutumu ve konuşması şöyle:

"Beş vakit namaz kılmayanın cami avlusunda işi yoktur! Bunları cami avlusuna sokmayın... Bunlar Müslüman değildir... Daha doğrusu insan değildir. Altını çizerek söylüyorum bunlar hayvanoğlu hayvandır. Beş vakit namaz bunların defterine yazılı değilse, cennete giremezler... Cennette işleri yoktur. Cehennemliktir yerleri... Bunları aranıza almayın!.." (6).

14.7.1993 tarihli Cumhuniyet Gazetesinde Ahmet Taner Kışlalı'nın köşesinde şu haberi okuyoruz:

"Sivas'ta yanarak ölen karikatürcü Asaf Koçak'ın cenaze namazını Yerköy'deki imam müftü reddediyor".

Bunların hepsi tanıdık sesler. Tek bir ağızdan çıkmış gibi yıllardır yinelenir durur. Devlet daha ne zamana dek Aleviler'e bu hakaretlerin yapılmasına seyirci kalacaktır? Ne zaman durduracaktır? Alevilerin verdiği vergilerle oluşan bütçeden aylık alan bu Diyanet yetkilileri, bu din görevlileri ne zamana dek hem Alevi'nin parasını alıp, hem de ona sövgüler yağdıracaktır?

Yavuz Bülent Bakiler'den Sivas Olaylarına:

Bu zihniyetin Sivas Olaylarını (2 Haziran 1993) doğurması kaçınılmazdır. Yıllardır yapılan propagandaya devlet kimi kez göz yummuş, kimi kez de bizzat içinde yeralarak öncülüğünü yapmıştır. Besleyip, Kültür Müsteşarlıklarına kadar getirdiği, cılkı çıktığında da koltuğunun altına alıp korudukları Yavuz Bülent Bakiler 22 Haziran 1992 tarihli Türkiye Gazetesindeki köşesinde Aleviliğin ve Türk kültürünün bir değeri olan Pir Sultan Abdal'a şöyle saldırıyordu:

"Kimdir bu Pir Sultan Abdal? Bazılarına göre, yedi büyük Alevi şairinden biri! Bu iddia yanlıştır. Aleviliği az-buçuk bilenler Alevilere böyle bir hakarette bulunamazlar. (...) Pir Sultan ise, Alevi inancından sapmış bir gulattır. Alevi camiasında yaşadığı doğrudur. Ama yazıp söyledikleriyle hem Alevilik'ten kopmuş, inkara saplanmış, hem de Alevi-Sünni kavgası doğuran gafillerin başında bulunmuştur. Pir Sultan Hz. Ali'ye Allahlık sıfatı yamamaya çalışan bir sapık, bir geri kafadır".

Emevi zulmünün dile getirilmesi, Emevi yanlısı düşünceyi sürekli ürkütmüştür. Çünkü siyasalarının çirkinliği su yüzüne çıkacaktır. Hem İslamcı geçin, hem de İslamı kalbinden vuranların yolundan git. Y. B. Bakiler'in Pir Sultan'a karşı oluşunun nedeni, Haşimi-Emevi çatışmasının açımlanmasını istemeyişinden. Bunu açmaya, irdelemeye çalışan Pir Sultan'ı bu yüzden sorumluları "Türkiye'de arayan bir şaşkın adam" olarak niteliyor. Devlet desteğini de arkasına alarak Pir Sultan'ı ve Pir Sultancıları baskı kıskacına alıyor. İleride yaşama geçirecekleri eylemlerine yasal ortam hazırlıyor. "Pir Sultan Abdal iptidailiğini, yobazlığını, devlet eliyle çıkaranlar, yani kardeş kavgalarına sebep olacaklardır" derken büyük olasılıkla "2 Haziranları" aklından geçirmiş olmalı. Tutucu, gerici, bağnaz öğeleri, yandaşlarını Sivas olaylarının hazırlığına çağırmış olmalı.

Oysa, Pir Sultan ayrımcı değil. Zulmedenlere göre "ayrımcı". Zulmedenler karşısında "Gelin canlar bir olalım" diyecek biçimde bir "ayrımcı". Y. B. Bakiler doğallıkla "ayrımcı" görecektir Pir Sultanı ve onu bir değer olarak görenleri.

Alevi'nin Kestiği Yenmez mi?:

Sünni kökenli bir öğretmen arkadaşım anlatıyor: "Bir arkadaşla Sivas Öğretmen Okulundan kent merkezine iniyorduk. Mahallede bir kadın elinde bir tavuk ve bıçakla bekliyordu. Bizden tavuğu kesmemizi istedi. Benim bu konuda deneyimim hiç olmadığından, arkadaşım kesti. Yolumuza koyulduk ki kadın arkamızdan seslendi. Çocuklar sizlere kestirdim, ama sormadım. Alevi filan olmayasın. Arkadaşım Alevi olduğunu söyleyince kadın hayıflanarak, bize kestirdiği tavuğu çöplüğe attı. Biz iyilik etmemize karşın, içten incinmiştik. Bu olayı hiç unutamıyorum".

"Alevinin kestiği yenmez" tekerlemesini eskiden beri duyarız. Osmanlı şer'i düzeninin Şeyhülislam ve kadıları da bu tür fetvalar vermişlerdir.

Yavuz'un Çaldıran savaşına izin veren Müftü Hamza'nın fetvasında bunun en açık örneğini görürüz:

"Bu topluluğun kestiği veya gerek şahinle, gerek ok ile, gerekse köpek ile avladığı hayvanlar murdardır" (7).

Osmanlı şeriat düzeninin çaktığı bu kazık günümüz insanına kadar etkisini göstermiştir. Sivaslı kadının ve daha birçoklarının tutumunda bunu görürüz.

Oysa Alevi de hayvan keserken İslami öğeleri kullanır. Dualar okuyarak, yani "tekbir" getirerek keser.

"Bismillahirrahmanirrahim" denir. Aynca "Allah - Muhammed - Ya Ali" deyip bıçak atar.

Alevinin kestiğinin yenmeyeceğini iddia eden insanlar, kesimhanelerde hayvan kesimine bir itirazları yok, görebildiğim kadarıyla. Kesimhanelerde her hayvanın kesiminde acaba İslami kurallar uygulanıyor mu? Bunu yerine getirmek olası mı?.. Bu tür çevreler kasaptan et aldıklarında, olayın bu boyutunu hiç de akıllarına getirmiyorlar.

Kurban kesmede (Alevilikte "Kurban tığlamak" denir) de aynı dinsel öğeler uygulanır. Kuran'ın Enam suresi 79. ve 163. ayeti ile Al-Sâffât Suresi 107. ayeti okunur. Kurbana abdest aldırılır ve ondan sonra kesilir (8).

İslamcı kesimin bu iddiaları öteden beri Alevileri Müslüman görmemelerinden kaynaklanır. Yoksa şeriatı yeterince yerine getirip getirmediğinden değil.

Şii-Şeriatçı Çevreden Bir Karases:

"Bektaşilik Kanserinden kurtulmalı..."

Günümüzde en yoğun karaseslerden biri de Şii-Şeriatçılardır. "14 Masum" ve "Aşure" dergileri çevresinde toplanan bu İran yanlısı kesimler şeriatçı bağnazlığın şampiyonluğuna oynuyorlar. İşi, kanlı Sivas Olaylarına kadar götüren bu çevreler içerisinde "14 Masum Basın-Yayın Kurulu"nun Alevilik-Bektaşilik hakkındaki görüşleri şunlar:

"Alevilik ve Bektaşilik farklı şeylerdir. Yıllarca bizi uyuttular. Balım Sultan dediğiniz şahıs Hıristiyan papazıdır. Ve içkiyi bize o sunmuştur. Bugün Bektaşilik tümüyle 12 İmam yolunun dışında ve onu satmaya hazır bir yapıdadır. Bu kanserden kurtulmadığımız sürece hak yolunu bulamayız. (...) Bektaşilik, Osmanlı'nın, Yahudi'nin, Hıristiyan'ın bir oyunudur. Bu fikirden kurtulacağız ve fikrimizi yeniden, ama bu sefer içinde hiçbir sapıklığa yer vermeyecek ölçüde ve dikkatle kuracağız" (9).

Çık içinden, çıkabileceksen. Kendi dar düşüncesiyle örtüşmeyen görüşleri karalamanın bir başka örneği. Yahudilikle, Hıristiyanlıkla, dinsizlikle, sapıklıkla suçlanıyor özellikle Bektaşilik. Günümüzde aynı düşünce paralelinde olanların kendilerinin dışında kalan ilerici, laik, demokratik ve devrimci öğeleri dinsizlik, ateistlik ve komünistlikle suçladıkları gibi.

Alevi-Bektaşiliğin Yahudilik ve Hıristiyanlıkla etkileşiminin boyutlarına yer vermiş, bu bağıntıyı ayrıntılarıyla irdelemiştik. Yeniden ele almak istemiyoruz. Yalnız şunu söyleyelim ki, Bektaşilik Anadolu'ya ve Balkanlara onların kabullenmeye çalıştıkları, Ali, Oniki İmamlar ve Ehlibeyt inancını yaymıştır. Birçok Hıristiyan'ın İslamlaşmasında rol oynamıştır. Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğu coğrafyasında Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında insanların barış içerisinde yaşamasında ortak ülküdür, Bektaşilik.

Balım Sultan'ın Sırplı bir anadan doğduğunu birçok tarihçi kabul etmez. İma ettikleri şeyin asılsızlığını onlar da biliyorlar. Sırplı bir anadan doğması da Balım Sultan'ın değerini düşürmez. Önemli olan ilkeleridir. Getirdiği yeniliklerdir. Dünya anlayışıdır.

İçki v.s. türü şeyler Türkler'in geçmişinde Anadolu'ya getirdiği geleneklerdir.

Ümmetçi bir kafadan ulusal değerleri anlaması beklenemez...

Alevilik-Bektaşilikte Şiiliğin -bilindiği gibi- yolları çoktan ayrılmıştır. Şiilik, Alevi-Bektaşilikle arasında olan Ali ve Oniki İmam bağlılığına karşın, özellikle son dönemler Alevi-Bektaşilikten uzaklaşmış ve Sünniliğe, özellikle siyasal şeriat temelinde yaklaşmıştır. Son dönemler bu uzaklanışın bilim alanında en belirgin örneği Şiilik ve mezhepler uzmanı Abdülbaki Gölpınarlı Alevilikten kopuşunu özellikle son dönem yazdığı kitaplarında ortaya kor. Aleviliği "iptidai bir din" olarak niteler (10). Alevi-Bektaşilerin "hurafe"lere inandıklarını söyler. Şu sözleriyle Alevi-Bektaşilerin "hurafe" ve "ilkel" inançlarından koparak "gerçek İslam" olan Şiiliğe girdiklerini övünçle söyler. Ona göre;

"Caferi olduklarını iddia eden, fakat bu İslam mezhebinin ne usulünden, ne fürû'undan haberleri olmayan Alevi ve Bektaşilerden uyananlar, mensup olduklarını iddia ettikleri mezhebi öğrenip hurafelere dayanan inançlarını bırakıyorlar, yahut da metafizik inançlardan vaz geçiyorlar" (11).

Son dönemler Alevi-Bektaşiliğe en hınçlı suçlama bir A. Gölpınarlı izdaşı olan Teoman Şahin'den gelir. T. Şahin Alevilikle Bektaşiliği birbirinden ayırır. Aleviliği, şeriat adına sahiplenir. Bektaşiliği ise Aleviliğin içine sızmış bir "zehir" olarak görür. Şeriat özlemi içinde olan bu yazara göre Alevileri "Alevi şeriatı"ndan uzaklaştıran, dine karşı nefret eder duruma getirenler Bektaşilerdir. Çünkü Bektaşilerin "Allah anlayışları çarpıktır, çelişkilidir". Yazar Bektaşilere açıkça sövmekten de geri durmaz. Bektaşiliğin "faşizm gibi iktidar ve sermayece beslendiğini", "zehirli yalanlar" söylediklerini, tipik "üçkağıtçı" olduklarını, "kişilik veya kişiliksizlikleriyle bukelamun" olduklarını söyler (12). Zehrini Alevi-Bektaşi toplumunun tümünün üzerine döker. Şunu söylüyor:

"Hacı Bektaş kasabasından uzak duralım. Artık oraya gitmeyelim. Ve Osmanlı'nın bu oyununu bozalım. Bektaşilikten kurtulmadıkça Oniki İmam yoluna kavuşamayız. İçimizdeki Yezidleri iyi tanıyalım. Cemevine ve yapmaya çalışanlara karşı çıkalım. Cami İzzet, Cemevi zillet getirecektir. İyi düşünelim" (13).

Kişi hem Alevi olduğunu söyleyecektir, hem de cemevini zillet olarak görecektir. Buna doğrusu söyleyecek bir sözüm yok. Siyasal şeriatçılığı doruğa çıkaran Humeynici Şiilik bu kalemşorun gözlerini kör, kulaklarını sağır, duygularını ise dumura uğratmış olmalı.

KESİM XIII - DİPNOTLAR:

(1) Cem Dergisi, Sayı: 24, s: 34, Mayıs 1993.

(2) Bkz: H. Hilmi Işık - Saadeti Edebiye (Büyük ilmihal), İst. 1977, s: 452 v.d.

(3) H. Hilmi Işık - İslamın İç Düşmanları, İst. 1975, s: 56 v.d.

(4) N. Fazıl Kısakürek - Hazreti Ali, Büyük Doğu yay. 1968, 5. baskı, s: 367 v.d.

(5) Haber için bkz: Cem Dergisi, sayı: 21, s: 32, Şubat 1993.

(6) Haber için bkz: Cem Dergisi, sayı: 24, s: 33, Mayıs 1993.

(7) Baki Öz (1995), s: 103, belge: 85;Tarih Dergisi, Sayı: 22, s: 54 v.d. Mart 1967.

(8) Geniş bilgiler ve kurban tığlamada tüm "erkân" için bkz: Noyan s-331 v.d.; Ulusoy, s: 269 v.d.

(9) Haber için bkz: Kervan Dergisi, sayı: 24, Şubat 1993.

(10) Abdülbaki Gölpınarlı - Tasavvuf, Gerçek yay. İst. 1985, 2. baskı, s: 98.

(11) Gölpınarlı (1985), s: 175.

(12) Bkz: Teoman Şahin - Alevilere Söylenen Yalanlar, Armağan Kitap ve yay., Ank. 1995, s: 153, 212, 275, 303, 334.

(13) Teoman Şahin, s: 380.

...


KESİM: XIV

BİRLİKTE YAŞAMAK SÜNNİ OLMAYA MI BAĞLIDIR?

Son yıllarda Alevilik-Bektaşilik üzerinde kalem oynatılmaya başlandı. Özellikle sözel nitelikli bu kültür yazılı kaynaklara dönüşmeye başladı. Konu üzerinde Alevi, Sünni ve yabancı araştırmacı ve yazarlar durdular. Buraya kadar sevindirici.

Ne var ki bilinçli olarak Alevilik farklı biçimlerde tanımlanmaya başlandı. "Olan" Alevi-Bektaşilik değil, "Olması gereken" Alevi-Bektaşilik üretilmeye başlandı. Bu tür yazımın öncülüğünü de sağ tandanslı, özellikle Diyanet kökenli kişiler çekiyor. Bundan sonrası bana pek sevindirici değil, dahası üzücü geliyor.

Alevi-Bektaşiliğe yeni kılıflar geçirilmeye başlandı. Giderek Hacı Bektaş Veli'nin, Abdal Musa'nın ve Geyikli Baha'nın Sünnilikleri savunulur oldu. Alevi-Bektaşilik kimi yazarlarca İran Şiiliğinin içinde, kimi yazarlarca da İslamlığın dışında sunulmaya başlandı. Kimi yazarlarsa Alevi-Bektaşiliği genellikle Türk mezhep ve tarikatlarını içine alan Maturidi mezhebi içerisinde sınıflayarak Sünni mezhep olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Bir takım ilahiyatçılar ise Alevi-Bektaşiliği bir "Türkmen Sünniliği" olarak değerlendirerek, kendi Alevi-Bektaşi kimliğiyle görmekten kaçındılar. Olaya daha yakından bakalım:

Gölpınarlı Anadolu Aleviliğini İslamlığın Dışında Tutuyor:

Gölpınarlı, Alevilik'ten Şiiliğe doğru zikzaklar çizen bir araştırmacı. Bu alanın uzmanı oluşu yadsınamaz. Ne var ki İran'daki Humeyni hareketinin içine düştüğü siyasal ve yalnızlık bunalımı Gölpınarlı gibi yazarların İran için kurtuluş umudu olmasına neden olmuştur. İran, Sünni dünyaca dışlanmıştır.


Yüklə 0,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə