Yazar: baki ÖZ 1996



Yüklə 0,63 Mb.
səhifə13/15
tarix06.02.2018
ölçüsü0,63 Mb.
#26155
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15

Bu dışlanış İran'ı Sünni-Şeriatçıdan daha katı şeriatçılığa sürüklemiştir. Amaç, İslam dünyasının desteğini sağlamak. İran'ın bu dönüşümü Gölpınarlı gibi büyük araştırmacıların ekmeğine yağ sürmüştür. Gölpınarlı, Anadolu Aleviliğini dışlamış ve İslamın dışından saymıştır. "Sizin caminiz yok, sizinle konuşulmaz" denecek ölçüde bağnazlaşmıştır.

Aslında Gölpınarlı eskiden beri bu düşüncedeydi. Zelyut'un dediği gibi; "İran Şii geleneğine göre biçimlenmiş kafasıyla Gölpınarlı, Anadolu Alevilerini eskiden beri İslami çizginin dışında görüyordu". Aslında bu düşünce Hasluck'tan kaynaklanır. İran-Irak Savaşı sırasında, o siyasal ortamda yeniden değerlendirerek İran lehine geliştirir. Gölpınarlı İran'daki değişmeye uyarak, Şiilik'le Sünnilik arasındaki yüzyıllardan beri süregelen aynlığı ortadan kaldırmak gibi, oldukça zor bir yükün altına girer. Humeyni yönetiminin İslamın liderliğine soyunmasıyla uyuşumlu olan bu anlayış, özünde Sünniliğe uzlaşma önerisidir.

Gölpınarlı'nın çabası Anadolu'daki Alevilerin Şii olmadıklarını kanıtlamak. Bunu başarması durumunda Şiilerle, Türkiye'deki Sünniler işbirliği yapabilirlerdi. Engel Alevilerdi. Gölpınarlı, Alevileri Şiilik olgusunun hiçbir yerine yerleştiremiyordu. Çözümü şöyle buldu: Alevileri İslamlıktan çıkardı ve başka bir din olarak ilan etti.

Gölpınarlı, İran'ın resmi mezhebi Acem Şiiliğiyle Anadolu Aleviliğinin aynı olmadığını söylemekle yetinseydi, doğruyu söylemiş, bilimsellik ölçüsünde kalmış olurdu. Ne var ki milyonlarca Aleviyi dinsiz sayan fetvalar vererek, bilim yaşamının en büyük yanlışını yaptı.

Rıza Zelyut'un şu değerlendirmesini almadan geçemeyeceğim:

"Biz, Gölpınarlı'nın tarihten yaptığı aktarmalardan yararlandık, yararlanacağız. Fakat, Anadolu Aleviliği ile ilgili değerlendirmelerine asla önem veremeyiz. Aleviliğin Acem Şiiliği gibi gösterilmesine de karşı çıkarız. Çünkü, Ehlibeyt yolunun gerçek yolcuları, Anadolu'dadır. İnsan onurunun yüceliğine inanan, emeği kutsal sayan, amacı insanın yüceltilmesi olan düşüncelerle dolu, Anadolu Alevileridir. Bağnaz mollalara, savaşlara, acılara karşıdır. Anadolu Alevileri... Gerçek İslam olarak da bunu algılarlar" (1).

Aleviliği Sünnilik Olarak Gösterme Çabaları: Coşan ve Öztürk:

Sünni kökenli bir takım tutucu ve önyargılı araştırmacılar; Aleviliği köksüz, dayanaksız gösterebilmek için, onun önderlerini, kök kişilerini Alevilikten soyutlama çabasındadırlar. Nakşibendi Tarikatının son şeyhi olan Prof. Esat Coşan bunlardan biridir. Bu şeyh ve sarıklı profesöre göre, "Hacı Bektaş Veli Sünnidir".

Bu Nakşibendi yakıştırmasını, İlahiyat Doçenti ve Coşan tutkunu Yaşar Nuri Öztürk de yineler. Bektaşiliğin 16. y. yılda Balım Sultan'la bozulduğunu, böylece bu yolun Hıristiyan, Hurufi ve Mecusi(İran)liğin saldırısına uğradığını yazarak şu değerlendirmede bulunur:

"Hurufiliğin Türk insan ve irfanına yaptığı kötülüğü, Balım Sultan Bektaşiliğe yapmıştır. Bu zat Bektaşiliği dejenere eden Hurufi-Hıristiyanî unsurların tam ortasında durmakta ve bu iki bozucu unsuru benliğinde toplayıcı ve temsil edici şahsiyet olarak dikkat çekmektedir. (...) Balım'ın adına izafe idelecek Bektaşilik bir Hıristiyan-Şii karışımı anlayış halinde takdim edilebilmektedir. (...) Son devir Bektaşiliğinde Cavidan'ın ihmal ve inkârı, Bektaşiler arasında bir nevi sapıklık ve mezhepsizlik telakki ediliyordu" (2)

Bektaşiliği, "sapıklık ve çarpıklıkların emin limanı" (3) olarak gören bu yazar; Hacı Bektaş Veli'yi Sünni, şeriata bağlı, Alevilikten ve Şiilikten uzak bir mutasavvıf olarak niteler. Özenti duyduğu Prof. E. Coşan'ın "Hacıbektaş'ın 12 İmamcı, Şii olduğu nereden çıkmıştır?" sorusuyla işe başlar. Yanıtlar arar. Bir "Şii olmadığını", yapıtlarında "tarikat Aleviliği denilen sıcak ve tatlı Aleviliğin bile gündeme getirilmediğini" savunur. Hacı Bektaş'ın "Şii eğilimli olduğu" savını tümüyle "dayanaktan yoksun" bulur. Coşan'la birlikte tasarladıkları Hacı Bektaş kimliği şudur:

"Hacı Bektaş da Aşık Paşa, Yunus Emre, Mevlana gibi o çağların Sünni, şeriata bağlı, riyadan, kötü huylardan, ilhad ve ibahiyecilikten uzak, olgun mutasavvıflar zümresindendir".

Doç. Öztürk e göre; "Hacı Bektaş da Şiiliği anımsatacak hiçbir şeye rastlanmaz". "Makalat"ın dikkat çeken yanlarından biri de "Şeriata sarılmayı esas" almasıdır. Hacı Bektaş tarikatının amacı olarak iki şeyi gösterir: "Şeriata hizmet, halka hizmet..." Sürekli vurguladığı deyim "şeriat"tir.

Hacı Bektaş'ın kitaplarındaki "iman-amel" ilişkisine de takılan Y. N. Öztürk, zorlama anlam çıkarmalarla Hacı Bektaş'ı Hanifi-Maturidi mezhepleri içersine sokar (4).

Şardağ:


Yazar Rüştü Şardağ'ı da Hacı Bektaş'ı Sünni ve şeriatın savunucusu olarak gösterme çabasında görüyoruz.

Şardağ, Hacı Bektaş'ı "Sünni, şeriat yanlısı, İslamın gerçeğini tanımış ve yaymış" (5) biri olarak değerlendiriyor. Görüşünü kanıtlamak için son yıllarda bulup Hacı Bektaş'ındır deyip yayınladığı "Şerh-i Besmele"ye dayanıyor. Bu yazma tümüyle şeriat kurallarına dayanır. İslamın ve imanın o bilinen klasik koşullarını anlatır (6). Kaldı ki bu yazmanın Hacı Bektaş'a ait olmadığı bilim çevrelerince kanıtlanmıştır (7).

Eröz:

Bektaşiliği Sünni bağlamda görmeyi; Sünni ve sağcı kökenli yazarlar bir "ulusal kurtuluş", bir "ulusal birlik" olarak değerlendiriyorlar. Alevi-Bektaşi olarak kalmayı "ayrım" olarak algılıyorlar. Alevi-Bektaşiliği ve kimi Alevi önderlerini Sünni olarak gösterme çabaları bu düşüncelerinden kaynaklanıyor. İyi bir Alevi-Bektaşilog olan Prof. Mehmet Eröz de aynı çabayı sezdiriyor. Örneğin 17. y. yıl mollalarından şeyh Aziz Hüdayi'nin saraya sunduğu raporunda, "her köye bir Sünni imam atana" (8) biçimindeki Osmanlı Alevilerini Sünnileştirme önerilerini; Eröz çok açık yüreklilikle "Bizim görebildiğimiz biricik akıllı ve şiddetten uzak tedbir" (9) olarak değerlendiriyor ve ağzındaki gerçek baklayı çıkarıyor. Alevi-Bektaşi'yi kendi kimliğiyle değil, Sünnileşmiş kimliğiyle tanımanın, görmenin yaşama hakkı vermenin örtülü anlatımıdır bu.



Fığlalı:

İlahiyat Profesörü E. Ruhi Fığlalı kapsamlı çalışmasında Alevilik-Bektaşilik alanında önemli saptama ve değerlendirmelerde bulunur. Ne var ki Türkmen Aleviliği olarak belirlediklerini "Türkmen Sünniliği" olarak adlandırıyor. Bir türlü dili bu olguya "Alevilik" demeye varmıyor. Bu kesimleri "temelde Sünni-Hanifi akideye bağlı" görüyor. Bu tanımlamalar onun:

"Ahilerle babailerin aynı dini duyguyu paylaştıkları, aynı tasavvufî meslek ve meşrebde olduklarını ve ortak bir dini-siyasi maksat için mücadele ettiklerini ve o dönemdeki Anadolu Müslümanlığının, Şamanlık ve Sünnilik ile Melamiliğin ağır bastığı tasavvufî meslek ve meşrebin oluşturduğu ve bizim Türkmen Sünniliği diyerek genel bir ifade ile belirtmek istediğimiz bir nevi Müslümanlık olduğunu açıkça gösterir".

"Göçebe ve köylü ahali arasında ise, anlaşıldığına göre, son derece basit ve sade bir islamiyet görüşü altında Ortaasya'dan getirdikleri eski dini inanç ve görüşlerin, yani Şamaniliğin izlerinin günlük yaşamın ve dinin her safhasında canlı bir biçimde yaşatıldığı ve sufiliğin hemen hemen bir meşrebinin ağır bastığı bir nevi dedeler ve babalar hakimiyetindeki Türk Müslümanlığı, bizim Türkmen Sünniliği dediğimiz bir Müslümanlık var olmuştur. Bu Müslümanlık anlayışında Alevi-Bektaşi geleneğinin, büyük olasılıkla egemen durumda olduğu söylenebilir".

"Hacı Bektaşi Veli'nin 'İslam dışı' veya 'İslam ile ilgisiz' sayılması düşünülemez. Aksine o, Türk kültürü ve islam inanışını ayrılmaz bir biçimde kaynaştırıp yepyeni bir anlayış getirmiş; Türkmen Sünniliği'nin öncülerinden olmuştur".

"... Eski dini anılarını İslamsal cila altında devam ettirerek çok yüzeysel müslümanlaşmış (Alevi-Bektaşiler) (...) atalar, babalar ve dedeler eliyle eski din ve kültürlerimizle karışık, sade ve basit bir dini-tasavvufi yaşamın içinde oldular. Temelde Sünni-Hanefi akideye bağlı olmakla beraber Şamanilik ile Melamiliğin ağır bastığı ve bizim 'Türkmen Sünniliği' dediğimiz kendine özgü özellikleri olan bir Müslümanlığın mümessilliğini yaptılar" (10).

Sezgin:

Alevi-Bektaşiliğe ancak Sünni olması koşuluyla pirim veren tanımlamaların en belirginini Diyanet müfettişlerinden Alevi-Bektaşilog Abdülkadir Sezgin'de görüyoruz.

Sezgin mezhepleri inanç bakımından Maturidi ve Eş'ari olarak ikiye ayırıyor. Araplar'ın Eş'ari, Türkler'inse Maturidi mezhebinde toplandıklarını yazıyor. Maturidiliğin nitelik olarak Sünni olduğunu, Alevi-Bektaşiler'in de Türk kökenli olmaları nedeniyle bu mezhebde toplandıklarını, inanç olarak Sünni olduklannı ileri sürüyor (11).

Nedir bu Maturidilik?.. Alevi-Bektaşiler'in bu Sünni mezheble bağdaşır yanları ne?..

Bu mezheb özellikle Türkler arasında yaygındır. X. y. yılda Ebu Mansur Muhammed al-Maturidi tarafından kurulmuştur. Genellikle Ebu Hanife (Hanifilik) 'nin görüşlerini izler. Eş'arilik ve Mutezile'den ayrı yol izlemiştir. Maturidilere göre; insana eylemini Tanrı yaptırır. İyilik ve kötülük Tanrı'nın yasaklamasında ya da buyurmuş olmasında değil, o şeyin kendisindedir. Eşdeyişle bir şey iyiyse Tanrı onu buyurur, kötüyse yasaklar (12).

Ben Maturidilikte bir Alevi-Bektaşi izi, yakınlığı bulamadım. Dahası Maturidilik Hanefiliği izliyor. Alevi-Bektaşilerse Caferi inançtadırlar. Arada Türklük bağından başka bir bağlantı yok. Bu da yeterli olamamıştır. "Türkler Maturidi, Araplar'sa Eş'ari inancında toplanmışlardır" türü bir genellemeden başka bir şey değil savunulan. Kısaca Alevi-Bektaşiler'in Maturidilikle hiçbir inanç ve ibadet bağları, yakından-uzaktan ilişkileri yoktur. Sezgin ve Sezgin düşüncesinden olanlar kendilerine dayanak yaratmak için bu ilişkiyi kurmuş olmalılar.

Sezgin, Alevi-Bektaşiliği Sünni gösterme uğruna bir takım zayıf kanıtlardan yola çıkarak Hacı Bektaş'ın "Makalat" ve "Şerh-i Besmele" adlı yapıtlarında şeri izler aramaya çalışır. Rüştü Şardağ'ın Hacı Bektaş'a maletmeye çalıştığı "Şerh-i Besmele" Hacı Bektaş'ın değildir. Bu artık araştırmacılarca doğrulanmıştır. "Makalat"taki "şeriat" bir aşamadır. Hacı Bektaş için bir olgunlaşma basamağıdır. Bunun aşılarak; tarikat, marifet ve hakikat aşamalarından da geçilerek olgun insan, erdemli insan yaratmak amaçlanmaktadır. Hacı Bektaş'ta amaç "şeriat" dönemindeki insan değil, bu aşamaları tamamlamış "hakikat" insandır. Sezgin ve Sezgin gibilerin "şeriat" sözüne rastlamaları hemen "mal bulmuş Magribi"ye dönmelerine neden oluyor. Hacı Bektaş'ın felsefesinde insanlık bir evrim, bir olgunlaşma süreci olarak ele alınıyor. Alevi-Bektaşiliğe özünden yaklaşılması durumunda Sezgin'in Alevileri Sünni gösterme türündeki şu anlatımdan tümüyle amaç uğruna düşülen yanılgılar olarak görülür. Bakın siyaseti uğruna Alevi-Bektaşiliği nasıl değiştiriyor:

"Bektaşiler itikat yani inanma bakımından 'MATURİDİ' mezhebindedirler. (...) Bektaşiler ameli bakımından, yani ibadetlerin yapılış bakımından da HANEFİ mezhebine mensupturlar (...) Sadece Hacı Bektaş Veli değil, onun en yakın dostları, aynı maneviyat pınarından su içen Abdal Musa ve Geyikli Baba da aynı şekilde Sünnidirler. (...) Bizim Alevi dediklerimiz Bektaşidir, Bektaşiler de Sünnidir" (13).

Sezgin bir başka çalışmasında aynı görüşünü yineliyor:

"Bektaşiler, amel bakımından da yani ibadetlerin yapılışı bakımından da aynen bizim gibi. Yani Hanifi mezhebine mensup Sünniler nasıl yapıyorlarsa öyle yaparlar. Dolayısiyle, hem inanışta, hem de ibadet ediş şekillerinde, kendileriyle hiçbir farkımız ve itilafımız yoktur. Şu halde onlar da mezhep olarak Hanefi mezhebindendirler" (14).

Sezgin, sapla samanı kanştırıyor. Aleviliği Sünnilik içinde özümlemek ve eritmek için Alevi-Bektaşiliğin tüm tarihi boyu edindiği kendine özgü yapıyı gönnemezlikten geliyor. Oysa Alevi-Bektaşilik Sünnilik değildir. Onun dışında İslam çerçevesinde oluşan bir yaşam, inanış, düşünce ve tapınç biçimidir. Sünnilik ayrıdır, Alevilik ayrıdır. Her türlü siyasi kaygının dışına çıkarsak işin bilimseli bu.

Zaman Gazetezi yazarlarından Fehmi Koru bir adım daha ileri atarak Alevilerin Diyanetçe "Sünnileşmeleri için eğitilmelerini" önerir (15).

Alevi-Bektaşiliği ve Alevi önderlerini Sünni gösterme-deki siyasal kaygı neden? Doğallıkla şundan:

• Alevilerin geçmişlerini yok etmek. Varlıksal dayanaklarını ortadan kaldırmak.

• Kültürel değerlere sahip çıkmak, el koymak, zaptetmek. Onları kültürel yoksulluğa itmek. Tarihleriyle ve kültürleriyle bağını koparmak. Bir düşünsel-kültürel boşluğa düşürmek.

• Çağdaş toplumun geçmişte aradığı insancıl değerler gerekinimini Sünni-İslamcı yol içinde bulamayınca, aşırma değerlerle bu gereksinimi gidermek. Alevi-Bektaşiliğin demokratik dünya anlayışını değişik ad ve ilkelerle özümseyerek insanlığın karşısına çıkmak.

• Aleviliğin demokratik ve insancıl ilkeler üzerinde yürümesi Sünni-İslamcı çizgiyi kendini yeniden düzeltme anlayışına götürmüştür. Sünni-İslamcı egemen kültür ve düşünce Alevi-Bektaşilik gibi alt kültür ve düşünceleri özümleme gereğini duyarak, alt kültürlerin egemen kültüre teslim olmasına çalışılmaktadır.

• "Olan" Alevilik değil, "Olması gereken" Alevilik araştırma konusu edilerek, yeni Alevilik şablonları üretiliyor. Bu da kişiye, siyasal ve ideolojik çevrelere göre değişmektedir. Geçmişten günümüze varolan Aleviliğin yerini, yeni siyasal ideolojilerin algıladıkları ve kendi anlayışlarına uygun biçimde yaratılmış Alevilik almaktadır. Sünni düşünceye yatkın bir Alevilik egemen kılınmaktadır.

• Aleviliğe sürekli olarak egemen olanın düşüncesi, anlayışı "haklıdır", "doğrudur" saplantısıyla yaklaşılmıştır. Sünni kesimin yaklaşımı böyle olmuştur. Batılılar ise doğu kültürünün egzotik ve gizemliliğinin en güzelini Alevilikte buldukları için inceleme-araştınna konusu yapmışlardır. Son dönem Türk aydın ve sanatçıları bu geleneksel yaklaşımları kırmaya çalışarak içten bir tutum takınmaktadırlar. Alevilik olgusunu; bir demokrasi ve insan hakları sorunu olarak gören bu yaklaşım gittikçe yaygınlaşmaktadır.

• Alevi-Bektaşiliğin çoksesliliği ve çokgörünümlülüğü kimi araştırmacıları rahatsız etmekte, genelleme yapmalarına engel olmaktadır. Oysa bu Alevi-Bektaşiliğin doğasında vardır. Çok geniş bir bölgenin kültürlerinin birleşimini yaparak, onları yeniden yoğurarak günümüz Aleviliği doğmuştur. Demokratik ve laik oluşu da bu tarihsel özelliğinden gelir.

• Alevilik günümüzde bir kimlik arayışı içerisinde değildir. Kimliğiyle ortaya çıkma çabası içerisindedir. Amacı, isteği olduğu gibi kabul edilmeleridir. Sünnileşmiş olarak değil; Alevi olarak, Alevi kalarak tapınmalarıdır. Bu Alevilerin insan hak ve özgürlükleridir. Sünni-İslamcı yazarlarda Aleviliğin bu yanının gözardı edildiği açıkça görülür.

KESİM XIV - DİPNOTLAR:

(1) Bkz: Zelyut, s: 14.

(2) Bkz: Öztürk, s: 173.

(3) Zelyut, s: 15.

(4) Alıntılar için bkz: Öztürk, s: 102-110 arası.

(5) Bkz: Rüştü Şardağ - Her yönü ile Hacı Bektaş Veli ve En Yeni Eseri Şerh-i Besmele, İzmir 1985, s: 88.

(6) Şardağ, s: 85 v.d.

(7) Birdoğan (1992), s: 75; Özkırımlı, 112; Kaleli, s: 159.

(8) Ahmet Refik - Onaltıncı Asırda Rafizilik ve Bektaşilik, İst. 1932, s: 12.

(9) Bkz: Eröz, s: 95.

(10) Alıntılar için bkz: Fığlalı, s: 125, 130, 163, 387.

(11) Bkz: Abdülkadir Sezgin - "Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşilik", Alevilik Üstüne Ne Dediler, Ant yay. İst. 1990, s: 179.

(12) Bkz: Orhan Hançerlioğlu - inanç Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İst. 1975, s: 384.

(13) Sezgin, s: 184, 191.

(14) Bkz: Abdülkadir Sezgin - Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, Kültür Bak. yay. Ank. 1990, s: 108 v.d.

(15) Yeni Gündem Dergisi - 23-29 Ağustos 1987; Nokta Dergisi - 27 Eylül 1987.

...


KESİM: XV

TARİHİN IŞIĞINDA SİVAS OLAYI GERÇEĞİ

Arap-İslam Devleti'nin Tutumu:

Alevi toplumu "Sivas Olayı" türü olayların yabancısı değildir. Tüm tarihi boyu bu tür olayları yaşadı. Hem, daha kanlılarını... Geçmişe eğilerek örneklerini görelim. Görmek yetmez doğallıkla. Toplum olarak ders çıkaralım. Tarihin, geçmişin incelenmesinin yararı budur zaten.

Alevilik tarihinde "Kerbelâ Olayı", Alevi kırımının başlangıcıdır bir bakıma. Bu kırım dünya insanlığı için bir ibret levhasıdır. İslam dininin/toplumunun halifesi, İslamlığı kuran aileyi tümüyle ortadan kaldırıyor. "Neden İslamlığı kurdunuz?" dercesine... Emevi (Ebu Ubeyde) soyunun Haşimoğulları'ndan bir öc alımıdır bu. İşin kötüsü İslamlık adına, tarihin gözüne baka baka yapılıyor.

Hz. Muhammet-Ali soyuna karşı (ki o dönemler bu kesim Aleviler olarak adlandınlır) öc alım, kırım, sürüm "Kerbelâ Olayı"yla bitmez. Tüm Emevi ve Abbasi hanedanlıkları boyunca sürer. İktidarları için bu soyu tehlikeli görür ve sürekli çekinirler. İslam toplumu Ali soyunu (Oniki İmamları) Emevi ve Abbasi hanedanlıkları için sürekli alternatif olarak görür ve yönetim için düşünürler. Zaten Emevi ve Abbasi hanedanlıklarını hırçınlaştıran da budur. Bilindiği gibi Oniki İmamlar iki hanedanlık süresince de İslam Devleti'nin Mekke-Medine gibi merkezi topraklarının dışında tutulurlar. Sürekli sürgündedirler. İran, Horasan ve Türkistan'da yaşamaya zorunlu tutulurlar. Çoğu kez zehirletilerek öldürülürler.

Alevilik; Türk-İslam devletleri, Selçuklular ve Osmanlılarca sürekli baskı, gözetim ve denetim altında tutulması gereken bir ideoloji/din /güç/ hareket olarak görülür. İlhanlı hükümdarı Olcaytu, Timurlular Devleti hükümdarı Timur, Büyük Selçuklu hanedanından İbrahim Yınal, Osmanlı şehzadesi Murat gibilerince kimi kez benimsenir, yakınlık duyulur ve yönetimin dini/ideolojisi yapılmak istenirse de bu alanda hiç de ciddi bir girişimde bulunulmaz. Alevilik yalnızca bireysel benimseme bağlamında kalır. Ama bir yerde alternatif ideolojiliğini korur. İşte Sünni-şeriatçı siyasal iktidarları da korkutan yanı budur. Alevilik, yalnızca Şah İsmail'ce ciddi olarak düşünülmüş ve Safevi Devleti'nin resmi dini/ideolojisi olmuştur. O da İran coğrafyasında giderek Şiilik biçiminde kurumlaşmış ve Anadolu Aleviliğine ters bir yolakda gelişmiştir.

Aleviler konumları gereği bu baskı, gözetim ve denetim altında tutulmalarına zaman zaman karşı çıkmışlar. Emevi ve Abbasi hanedanlıkları dönemindeki başkaldırıları hep kanlı bastırılmıştır. Yalnız Eba Müslim'in çevresinde oluşan Emevi karşıtı geniş bağlaşık güçler başarılı olmuşlardır. Bu güçlerin eksenini Alevilik ve Aleviler oluşturmaktadır. Ne var ki yönetim, Aleviliği kendisi için tehlike gören Abbasiler'e verilir. Alevi kırımı daha genişletilerek sürdürülür.

Selçuklu'nun Tutumu:

Aleviler 1239-40'larda Anadolu coğrafyasında ilk kez ciddi bir boyutta demeşirler. Başlarında Baba İlyas'la Baba İshak vardır. Olay, Adıyaman'dan Amasya'ya kadar genişlemiştir. Malya kırımıyla Selçuklu bu Babai hareketini kanlı bir biçimde bastırır. Onbinin üzerinde Alevi-Türkmen öldürülür. Dönemin tarihçisi Bar Hebraeus (Abû'l-Faraç)'un deyişiyle; "bunlardan erkek, kadın, çocuk, hayvan velhasıl hiçbir şey kılıçtan kurtulamaz" (1).

Selçuklular döneminde önemli bir kırımı da Alevilerin kentlerde örgütlenmiş kesimi olan Ahiler görürler. Ahiler, Moğollar'a ve onların uydusu olan Selçuklu yönetimine karşı olurlar. Moğol uydusu IV. Rükneddin Kılıcarslan'ı bir türlü benimsemezler. Konya, Kayseri, Kırşehir gibi kentlerde Moğol istilasına karşı bizzat savaşırlar. Bu direnişler üzerine Moğol soylusu ve Mevlana müridi Nureddin Caca Kırşehir emirliğine atanır ve Ahi direnişçilerini ezmekle görevlendirilir. Caca, 1261'lerde Ahi direnişçilerinin tümünü kılıçtan geçirir (2). Ahiliğin kurucusu Ahi Evren de bu toplu öldürümden kurtulamaz. Dönemin "İbni Bibi", "Müsameretü'l-ahbar" gibi kaynaklarına göre; "Harici" olarak adlandırılan Alevi-Türkmenlerin "tümü öldürülür". Türkmenleri destekleyen devlet adamları tutuklanarak Moğol Noyanı Alıncak'a teslim edilir. Alıncak bunların "tümünü öldürür". Ahi örgütleri dağıtılır. Ahiler Anadolu'nun çeşitli yerlerine "sürülerek", Ahi örgütlülüğü ve direnişi kınlır. Ahilerin işyerleri, malları, medrese ve zaviyeleri devlet yanlılarına ve Mevlevilere dağıtılır. Yapılanları insanlık adına utanılır bulan bir dönem yazarının o günkü anlatımına göre; "şeriatın hükümleri büyük ölçüde ortadan kalkar ve İslamdan sadece bir ad kalır" (3).

Osmanlı'nın Tutumu ve Kırım:

Bu yaklaşımın katmerlisi Osamanlılar'ca sürdürülür. Alevi-Bektaşi ve Türkmenler Osmanlılar'ın kuruluş döneminde bir bakıma rahat yüzü görür. Osmanlı toplumunun temel öğesidirler. Devletin kuruluşuna ve yapılanmasına katılmışlardır. İlk dönem hükümdarlar Alevi-Ahi eğilimlidirler. Devletin imparatorluklaşmasıyla birlikte resmi din de alınmaya başlanır. Osmanlılar, Fatih'le birlikte İslamın merkezi mezhebi olan Sünniliği seçerler. Devlet ağır ağır Sünni din adamı ve bilim adamlarının (ulema), devlet adamlarının (kalemiyye) ve askeri komutanların (seyfiyye) eline geçer. Kısaca "ehl-i örfle "el-i şer" devletin yapısını biçimlendirirler. Bu çevreler devleti, Sünni İslamlığın katı ilkeleri üzerine oturturlar. Osmanlı Devleti şer'i yasalarla yönetilen teokratik bir devlete dönüşür. Devleti Sünni İslam ideolojileri üzerine yapılandıran bu sultan, ulema, kalemiyye ve seyfiyye kesimi tıpkı Emevi ve Abbasiler'de olduğu gibi kendilerine rakip olacak ve toplum tarafından alternatif görülebilecek temel öğeleri, yani Alevi ve Türkmen çevreleri baskı, gözetim ve denetim altına alırlar. Bu temel öğeleri hedef seçerler. Bunlara karşı sınıfsal ve ideolojik savaşım yürütürler. Alevi ve Türkmen çevreler Sünni yönetici çevrelerce bitmez tükenmez bir karalama propagandasının konusu olurlar. Haklarında fetvalar, fermanlar ve mahkeme kararları verilir. Hepsi aynı ağızdan Osmanlı'nın temel ve kurucu öğesi olan bu Türkmen ve Alevinin "rafizi", "mülhid", "melahi", "dinsiz-imansız", "din sapkını", "inançsız, "İslamlık dışı" ve "beşinci mezhep" olduklarını söyler dururlar. Zamanla sloganlaşan bu savlar Osmanlı'nın tüm medrese gibi eğitim; cami, mescit, tekke, dergah, zaviye gibi din kurumlarında; mahkeme kararları gibi yargıda; fetvalar gibi şeyhülislam ve ulema kararlarında; fermanlarda olduğu gibi padişah kararlarında... işlenir dururlar. Bu yollarla toplumun bilincine kazınırcasına nakşedilirler. Çok koldan ve yüzyıllarca işlenen bu propoganda zamanla İslam toplumunun ortak düşüncesi, bilinci ve kanısı olur. Bugün bunu bilinçlerden söküp atmak olanaksız denilecek ölçüde zordur. Yüzyılların aşılamasında kurtulmak Sünni çevreleri oldukça zorluyor olmalı. Sünni İslamın aydın, demokrat ve laik kesimi bile bu yüzyılların propaganda tortularından kurtulmanın sıkıntısını çekiyorlar.

Osmanlı arşiv belgeleri ve saray memuru vakanivüslerinin yazdıkları vakanameler Alevi ve Türkmen'e karşı küfürlerle doludur. "Dinsizlikleri", "insandışılıkları" ve "İslamdışılıkları" (kafirlikleri) sürekli işlenir, cezalandırılmaları ve öldürülmelerinin İslamın gereği olduğu vurgulanır. Kızılbaş, Işık, Rafizi, Kalenderi, Haydarı ve Bedreddini gibi adlarla adlandırılan Alevi toplulukları sürekli izlenir, cezalandırmak için hataları araştırılır. 1567'de Ahyolu Işıkları Kızılbaş topluluğu oluşturdukları ve sevmediklerine "Yezid" dedikleri savıyla merkeze istenir. Sarı Baba zaviyesindeki Işıkların "saz ve söz ile fiskü fücur" yaptıkları, "namaz kılmadıkları", "Ömer ve Osman'ı sevmedikleri" gerekçesiyle tutuklanmaları istenir. 1569'da Ankara'da Şeyh Hüsam ve halifelerinin "mülhid" oldukları gerekçesiyle mallarına el konur. 1568'de Kastamonu'da Ekmekçioğlu'nun "rafızi", "mülhid" ve "zındık" olduğu gerekçesiyle cezalandırılması istenir. Amasya, Tokat ve Sivas dolaylarındaki "melahide" kesiminin denetime alınması buyurulur. Bozok (Yozgat)'ta cuma namazına gitmeyenlerin "rafizi oldukları" gerekçesiyle tutklanmaları ve cezalandırılmaları istenir. 1570'lerde Amasya ve Merzifon kadılarına yazılarak Vahap Dede ve diğerlerinin "Kızılbaş oldukları", yörelerinde "halkı etkiledikleri" ve "cem-cemaat yaptıkları" nedeniyle cezalandırılmaları istenir. 1571'lerde Kastamonu-Küre ve Taşköprü kadılarına yazılarak Yüce İlyas Dergahı'na bağlı olanlardan kimilerinin "dergaha gittikleri", "cem-cemaat yaptıkları", "saz ve çalgı çaldıkları" savıyla tutuklanmaları istenir. "Mehdi"den sözedenlerin "katl"i buyrulur. 1572'de Niksar kadısına gönderiler buyrukta; Küçük Tekke şeyhi ve müridlerinin "Kızılbaş ve Rafızi oldukları", "cem ve cemaat yaptıkları" için "kürek mahkûmu" olmaları ve "Sürhser (Kızılbaş) defterine kaydedilmeleri" istenir. Filibe'deki Hurifilerin tutuklanmaları buyrulur. Seydi Gazi zaviyesindeki Işıkların "ibadetleri" yasaklanır. Burgaz'daki Hamza "mülhidi" ve yandaşlarının tutuklanması istenir. 1574'de Amasya'da baskılar nedeniyle Halvetiler arasında gizlenen Aleviler "Mevlevi dergahınca ihbar edilir" ve cezalandırılmaları sağlanır. 1576'da Nevrekop'ta Peygamber hakkında "uygunsuz konuştuğu" savıyla Küçük Mehmet öldürülür. Casus Kara Yakup'un dilekçesine dayanılarak "Rafızi olarak bilinen" Fakih Veli'nin 34 kitabı Çorum'da yakılır. 1577'de Elbistan'da Abdal adlı "bir Kızılbaş" "Alevilere önderlik ettiği" gerekçesiyle ölümle cezalandınlır. 1578'de Malatya'da Düzmece Şah İsmail'e bağlanan aşiretler ihbarcı Mehmet yoluyla denetlenir ve Şah İsmail'e yakınlık duyanlar belirlenerek cezalandınlır. 1579'da Artova ve Zile köylerinde "rafiziliğin yaygın olduğu", belirlemelere göre Arap köyünde Emir Ali oğlu Mansur Halife ile birlikte kimilerinin "cem yaptıkları", cemlerde para toplanarak Safevi Devleti'ne gönderildiği suçlamasıyla cezalandırılmaları istenir (4).


Yüklə 0,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə