sion),
benim öteki’yle olan temel ilişkimi ifade eder. Başka
deyişle, her antropolog incelediği şeyin bir anlamı oldu
ğunu önüne koyar. Bu anlam örneğin bir yararlılık işlevine
indirgenemez, ancak incelenen insan veya insanlarla iliş-
kilendirilirse doğru olarak tamlanabilir; demek ki her in
san biliminde, insanın insan tarafından anlaşılabilir oldu
ğu “postülası” zımnen vardır; bu yüzden gözlemciyle gözle
nen ilişkisi insan bilimlerinde bir insandan-insana, ben-
den-sana, ilişki olayıdır. Dolayısıyla, her antropoloji, özel
likle de sosyoloji, [yapısında] -bu deyimle öznelerin birbir
lerine verildiği ilişki kastedilmek istenirse- kökensel bir
sosyallik
barındırır. Bu kökensel sosyallik, tüm antropolojik
bilginin zemini olduğu ölçüde, bir açıklamayı gerekli kılar
ki, bunun sonuçlan sonra, bizzat sosyal bilimi aydınlatmak
üzere, tekrar ele alınabilir. “Sosyal, onu bildiğimiz ya da
yargıladığımız anda oradadır... Bilincine varılmadan önce,
sessizce ve bir talep-ediş olarak mevcuttur”
(Phen. Pere.,
415). Daha önce Husserl konusunda kabaca çizdiğimiz öteki
probleminin kuramsal geliştirimini hatırlayalım: Nasıl olu
yor da ötekini bir nesne olarak değil, bir
alter ego [“öbür
ben”] olarak algılıyorum? Klasik analojik usyürütme kuramı,
Husserl’in öğrencisi Scheler’in
Sempatinin özü ve biçimi’nde
gösterdiği gibi, açıklamak durumunda olduğu şeyi varsayar.
Zira benim için aynı davranışlara tekabül eden yaşanmışlık
ların, öteki’nin davranışlarına yansıtılması, bir
yandan öte-
ki’nin
ego olarak -yani kendisi için yaşanmışlıklar edin
meye yetenekli özne olarak- kavranmasını, öbür yandan
benim de kendimi “dışardan” görülür olarak -yani bir
alter
ego
için öteki olarak- kavramaklığımı içerir, çünkü gözlem
lediğim öteki’ninkileri özdeşlediğim bu “davranışları” ben