GöNÜlden esiNTİler: ÎMÂn ve îKÂN: necdet ardiç terzi BABA necdet ardiç İrfan sofrasi tasavvuf seriSİ (72)



Yüklə 0,99 Mb.
səhifə2/10
tarix25.06.2018
ölçüsü0,99 Mb.
#51702
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Sohbet (2)

Euzübillâhimineşşeytânirracîm

Bismillâhirrahmânirrahîm

Dersimize kaldığımız yerden devam edelim. Ders mevzuu îmândı, Zeyd bin Hârise’nin îmân Hakk’ında gördüğü rüyadı. Cenâb-ı Hak cümlemize kolaylıklar ihsân etsin gerçek ma’nâ da îmân ehli de etsin. Ondan sonrada ikân-yakîn ehli olalaım inşeallah.

Evet nasıl sabahladın sorusuna “Hak’kan sabahladım” dedi. Bunun üzerine peygamber efendimiz buyurdular ki her bir şeyin hakikati vardır. Şimdi senin îmânının hakikati nedir ya Hârise? dedi. O zaman her birerlerimiz bu soruyu kendimize sormamız gerekiyor. Peygamber Efendimiz bu soruyu sorduğundan, ve o günkü muhatabıda Zeyd bin Hârise olmuş ama, sadece bu soru ona sorulmaması icab eder.

Hâdise o soru ile başlamış ama, nasıl ki bütün hadîs-i şerifler, bütün âyet-i kerîmeler kıyamete kadar baki ise, Peygamber Efendimizin sorularıda kıyamete kadar bâkidir. O halde Hz. Hârise’nin şahsında her birerlerimize bu soru sorulmaktadır. Ey ... falan kişi. nasıl sabahladın? Bu sabahlamanın neticesinde îmânının hakikati nedir?



Hârise bin Zeydin cevabı şöyle

-Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım. .

Bakın bu birinci bölüm. Yani îmânımızın hakikatini öğrenebil-mek ve bunu yaşatabilmek için birinci şart, nefsimizi dünyadan uzaklaştırmak.

Bakın mevzu dünyadan uzaklaşmak, dünyadaki nimetlerden yararlanmamak değil, nefsini uzaklaştırabilmektir. Demek ki evvelâ nefsin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Ve bunun dünya ile ilgisinin hangi düzeyde olduğunu, ve nereden hangi bölümden uzaklaştırılması gerektiğini düşünmemiz gerekiyor. Çünkü kendimi, ruhumu, aklımı, uzaklaştırdım demiyor. Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım diyor. Demek ki dünya ile ilgili tarafımız nefsimizmiş. Bu nefsimizde hangisi imiş emmâre ve levvâme olan âmir olan ve kendi istikametinde hüküm veren yönüdür.

Hani Yusuf (a.s.) Zindandan çıkarken demişti ya.

Ve mâ überriü nefsi innefse le emmâratün bissui... ..” (12/53)

Bakın nefsi emmâre kötülüğü emreder, işte bu nefsi dünyadan uzaklaştırdım diyor. Çünkü nefsin meretebeleri vardır. Bu meretebelerin içerisinde râzıye mertebesi yani râzı olunmuşluk mertebesi vardır. Merziye mertebesi vardır. Bunları dünyadan uzaklaştırmadı. Çünkü bunlar bize dünyada lâzım ahirete gitme aracımız kullanmamız gerekiyor.

Ama emmâre tarafını dünyadan uzaklaştırmamız gerekiyor. Eğer emmâre tarafını dünyadan uzaklaştıramazsak, o dünyaya yapışıyor, ileriye gitmemize engel mâni oluyor.

Meselâ elimizde bir arabamız var. Benzinde koyduk. 50 km ile yola çıktık gidiyoruz. Ama bu arabanın içinde bir motor daha var, o da geriye arkaya doğru çalışıyor. Aynı güçle arabayı arkaya doğru çekiyor. Şimdi 50 km. Süratle bir motor öne doğru götürüyor bir motor ise arkaya doğru götürüyor. Kaç km hızla gidiyoruz o zaman sıfır (0). Ama kişi gittiğini zan ediyor oysa iki taraflı yakıt kaybediyor. O zaman ilk yapılacak şey arkaya doğru çeken gücü azaltmak. 50 km süratle geriye giderken 40 a düşürmek o zaman biz 50 km süratle yol alıyorsak hızımız 40 km düşmüş oluyor. Ama az da olsa bir gidiş vardır. İşte arkadaki o motorun ayarlarını yapmamız lâzımdır.



(Hani vosvogenler vardı ya motorları nerede idi, arkada idi, yolda iki vosvogenli giderken biri yolda kalınca, benim motor bozuldu deyince, öteki benim yedek bir motorum var onu sana vereyim diyor)

İşte bizde de, arkada bir motor var, o motor da arkaya çekiyor. O zaman ne yapmak lâzım ya arkaya giden motorun yakıtını azaltmak gerekiyor, ya da, tekerleklerini biraz patinaj yaptırmak gerekiyor ki, geriye çekemesin. İşte yavaş, yavaş bizde o motorun gücünü azaltıp 30- 20 -10 -0 a düşürdüğümüzde, geriye çeken bir şey olmayınca bizim sür’atimiz ne kadarsa 50 100 km o hızla devam ediyor. Ancak arkada bir yedek motor var, şimdi ustasına götürüpte geri götüren o motoru ileriye götürecek o pistonları kurduğumuz zaman, arkadaki o 50 km lik hız itiş gücü görüyor o zaman. Ne oluyor, sür’atimiz, 150 km ye çıkıyor. 100 km biz gidiyoruz 50 km de o, oldu 150 km.

O halde bakınız, Nefsi emmâreden istifade etmemiz için onu eğitmemiz gerekiyor. İşte o zaman kişi “nefsimi dünyadan uzaklaştırdım” oluyor. Ve artık dünyaya çekmiyor peki ne yapıyor? İtici gücüyle âhirete giden yolda bize yardımcı oluyor. Çünkü anlıyor ki o nefis bütün yapılan bu işler kendi menfeatine ve lehinedir. Daha önce benliğin den ve enaniyetinden, bu işlerin lehine olduğunun farkın da değildi. Haberi yoktu. Yani ben ne kadar yersem içersem, şunu bunu yaparsam kendisine o kadar faydalı olacak zannediyor idi. Halbuki daha sonraki senelerde onun aleyhine olacaktır. İşte bu bilinci ona yüklediğimiz zaman, çünkü cehenneme girerse kendi yanacak işte böylece, bunun sonucunda bunu ona bildirdiğimizde vazgeçiyor. O zaman bizi firenlemekten durdurmaktan vazgeçiyor, o zaman enerjisini gücünü itirmede kullanıyor. Bakın iş nasıl değişiveriyor. Yoksa bu işler nefsi öldüreceksin, kahrolasın şeklinde değildir. Bizim görevimiz nefsi emmâreyi o ahlâktan, o kötü ahlâktan çıkarıp adam etmek, yani hakikati üzere çalıştırmaktır.

İşte sür’at böyle oluşuyor. İşte irfan ehliyle yola çıkmak, evvelâ mâniayı kaldırmak, kaldırdıktan sonrada onu ikinci bir güç olarak faaliyete geçirmek suretiyle oluyor. Yoksa nefsini öldüreceksin kahrolasın gibi değil. Nefis kötü değil, biz onu o ahlâkında bırakıyoruz.

Bizim görevimiz nefsi emmâreyi o ahlâktan çıkarıp adam etmek hakikati üzere çalıştırmaktır. O perdelenmiş durumda, oysa onun aslındada mayasında da temizlik vardır. Emmâre-Levvame-mülhime bu üç merebeyi hac ve umrede olduğu gibi, tavafta bu üç mertebeyi fazla oyalanmadan hızlı geçmek ma’nâsındadır. Nefsi emmâreden koşarak geçmek, Levvameden koşarak, Mülhimeden koşarak geçmek çabuk geçmek. Say’da da. öyledir.

Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım. Nefsi emmâreyi dünya sevgilerinden uzaklaştırmak, böylece onun dünya bağlantısı kalmıyor. Böylece âhiret ehli olmaya başlıyor. Nefsi emmâre baştan dünya ehli iken, eğitildikten sonra, bunların ebedi âlemde kendisine yararı olacağını, kendisine bildirdikten sonra, o da buna inandıktan sonra, artık emmâreliğinden vazgeçiyor. Hem de isteyerek vazgeçiyor zorlama ile değil. Ancak tek şey onu ikna etmek oluyor. Bu yapılacak işler senin zararınadır yanacak olan sensin. (nefsi emmâre) Yapılanların bu riyazatların eğitimlerin onun lehine olduğunu anlayınca. . Efendimizin buyurduğu gibi, (s.a.v.) ”Ben nefsimi müslüman ettim “ dediği hâdise işte budur.

İçimizdeki nefsimiz müslüman olduktan sonra bize zarar vermez. Neden?. Elinden dilinden emin olunan kişi mü’mindir. İşte nefsimizde îmân ehli olduktan sonra, bu hakikatleri idrak ettikten sonra, bize yardımcı olmaktadır. Böyle olunca da sür’at artmakta. Yol kısalmaktadır. Ama bunun şartı dünyadan uzaklalş-masıdır. Dünya cazibesin den tabiat hükmünden, çıkması gerekmektedir.

Şimdi birinci aşama dünyadan uzaklaşma dedik, İkinci aşama yani bunun neticesi “taşı kerpici altını ve gümüşü müsavi görmek”

Bunlara değer veren değerlendiren nefsi emmâredir. Ne kadar çok değerli şeyi olursa, elinde o kadar çok imkânı olacak. Neticede elinde olanla, hoplayıp zıplayıp gezme dolaşma imkânı olacak. Böylece de gaflet ehli olmuş olacaktır.

Ama taşla kerpiç, altınla gümüş, kendi indinde müsavi olduğundan, artık onun değer yargılarıda değişmiş olmaktadır. Yani parası var imiş yok imiş, artık onda fazla bir endişe meydana getirmemektedir. Gerçi bugün parasız pulsuz bir şey olmuyor o da ayrı bir konu da, burada bahsedilen o ma’nâ da değildir. Meselâ her birerlerimizin tabi ve masum isteklerimiz vardır, kerpiçle altın bir değil, altın daha çok iş görmekte. Buradaki amaç ona muhabbet etmekten çıkarmaktır. Hani öyle diyor tuhfetül uşşakide Cemâleddin Uşşaki Hz. leri “İttika malı elden çıkarmak değil, gönülden çıkarmaktır”

Tabi ki, fiziki ma’nâ da altınla kerpiç, ikisi bir değildir. Ama kişinin değer yargısında, bir olması gerekiyor. Altın daha üstün, ya da kerpiç daha üstün değildir.

Aslında kerpiç altından daha üstündür. Neden? Topraktan hububat ürer, Altından buğday çıkmaz. Bir ton altınınız olsun aç kaldınız, altın yenmez ki... .

Ama toprak biraz sulandırıldığında size buğday da ekinde verir. Armut ta verir, her şey verir. Bir yere göre Altın kerpiçten daha kıymetlidir, ama bir yere göre de kerpiç altından daha kıymetlidir. Demin de denildiği gibi o taş maden, ama satarız çok para kazanırız. Tamam satın aldığı o şey yine kerpiçten olma, toprağın değeri daha fazla, ondan o değer ortaya çıkmış oluyor. İşte bu yönüyle de taşla toprak, altınla kerpiç, bir gibidir. Onun da ayrı bir değeri vardır. Onun da ayrı bir değeri vardır. Ne olacak işte, kerpiç parçası, değeri ile bakmamalı, bu yönü ile de altınla eşdeğer oluyor. Veya diğer şekliyle kerpiç gibi değersiz maddi ma’nâ da, yani satışa çıkarsanız bir kilo altın kaç para yapar, bir kilo toprak kaç para yapar. Yani her iki yönü ile de altının kerpiçle karşılaştırılması, veya kerpiçin altınla karşılaştırılması, her iki yönde de ikisinde de ayrı değer vardır. İşte taş ve kerpiç, altın ve gümüş, müsavi oldu.

Ve gündüz susuz gece uykusuz oldum”

Yani riyazatını söylüyor, o hale gelinceye kadar Şimdi buraya bir iki dakika ara verelim. Demin bir mevzu oldu Şimdi aklıma geldi. Görüştüğümüz bir arkadaştan bahsediyorduk ya, başlarının şeyhlerinin zamanın mehdisi olduğunu ispatlamaya çalışanlara bir soru sormuştum ve orada kalmıştık.

-------------------

NOT= Yukarı da kısmen bahsedilmişti.

-------------------

Şimdi o soruyu tekrarlayalım. Çünkü o soru, yine bu mevzularla ilgilidir. Kendisine size bir soru soracağım, bunun Hakk’ında ne düşünüyorsunuz dedim? O da tamam sorun dedi.

Dedim ki! İnsanda îmân bir ömür boyu devam edermi etmez mi?

Bir ömür boyu gelişme olan insanda devam edermi? Çünkü seyirden bahsetti seyir de gelişmedir. Çünkü seyrin sonu olmaz. Allahın sonu olmadığı için seyrin de sonu gelmez. İşte ömrünün sonuna kadar bir insanda îmân devam edermi dedim?

Eder dedi ! bunun üzerine tamam kardeşim dedim. Kendisine bundan sonra konuşacak, yapacak bir şey yok dedim. Sen kendi cevabını kendin vermiş oldun, ve yerini de kendin söyledin. Devam eden, sözüyle “ben ömrümün sonuna kadar ikilikte yaşarım. Tekliğe ulaşamam diyerek cevabını böylece vermiş oldun. Hem kesret ehli olduğunu kendi sözünle ispatlıyorsun, hem de benim efendim mehdi âlemlerin sultanının yegâne varisi diyerek, zamanın yegânesi diyorsun. Bu işin zâten birleşmesi mümkün değildir. Daha henüz bu hakikatleri idrak edememiş bir anlayışın mehdilikten, imamlıktan bahsetmesi acayip bir iştir, mevlâm akıl fikir versin.

İnşallah bundan sonraki sohbetlerde, îmânın nerede gaybi olduğu, gaybe olduğu nerede müşahedeye olduğu Hakk’ında yol alacağız inşallah.

Şimdi bu meseleler, bir kaç geceye sığmaz. Yalnız îmân da ikilik var derken, îmân ehlini küçümseme anlamında değildir, bilgilenme anlamındadır.

Tabi ki îmân muhteşem bir şeydir. Allahın varlığını birliğini kabul edipte ona yönelmek çok güzel bir şeydir. Ama bir kişi bir adrese geliyorken o adrese ihtiyacı vardır. Adres elinde olmaz ise aradığı yeri bulamayacaktır. İşte elindeki o proje onun yol göstericisi onun îmân düzeyinde olmaktadır. Hedefe vardıktan sonra o adrese projeye ihtiyaç varmı? Yoktur.

Hedefe varıpta, halen daha elindeki adresle, adres araması, hedefe ulaştığı halde ulaşamadığının ifadesi olmaktadır. Allaha îmân demek ona yönelmek demektir. Ama, hakikati Îlâhiyye tevhid ilmi içerisinde belirtildiği gibi “çık aradan kalsın yaradan” basit bir ifadeyle bu nu yaşadığı zaman kişi de îmân’a yer kalmaz artık ihtiyaçta yoktur.

Çünkü “gerçek tevhid ikiliği kabul etmez.” Îmân ise kul ve Allah ikiliği üzere olan anlayış ve yaşam şeklidir. Hakikatte/mutlak Tevhitte ise, ikiye yer yoktur, bu ikiden birinin kalkması lâzımdır. Bu vaziyette Hakk, kalkmayacağına göre, o halde suret olarak halkedilmiş olan kul kalkacaktır. Kulun kulluk ve beşerlik anlayışı, kuldan kalıktığı zaman, işte o yaşantının aldığı tarifin ismi (Îkân) dır. İzahları daha ilerilerde gelecektir.

Îmân kendi varlığının dışında, bir varlığı bilemediği göremediği halde, varlığına inanıp îmân etmektir. Ancak kişi, Hakkı kendinde, gönlünde bulmuşsa, bütün âlemde bulmuşsa adrese ihtiyacı yoktur. Ayrıca rehbere de ihtiyaç yoktur. Îmân bir rehber, yol gösterici durumundadır. İşte böyle olunca îmân düşmekte ama yerine başka bir şey gelmektedir. O nun tarifini belirten kelime de (Îkân) dır.

-------------------

Cenâb-ı Hakk bunu açık olarak Bakara sûresinde (2/106) belirtiyor.

-------------------

Biz herhangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur, (yada ertelersek) yerine hayırlısını veya mislini getiririz. Allah’ın gücünün her şeye Hakkıyla yettiğini bilmezmisiniz. ”

-------------------

İşte bir şey kaldırılır ama onun yeri boş kalmaz. Onun yerine daha ilerisi veya eşdeğer bir şey konur. Îmânın kalktığı yerede Îkân konur gelir.

-------------------



Îkân nedir? Yakîn ma’nâsınadır. Tekâsür sûresinde, (102/5-6-7-8)

-------------------

Kellâ lev ta’lemûne ilmel yakîn, leteravünnelcahîm. sümme leravünnehâ aynel yakîn. Sümme letüs’elünne yevme izin anin na’îm.”

-------------------



5- Öyle değil, kesin yakîn, olarak bilseniz, 6- Andolsun ki, cehennemi mutlaka göreceksiniz! 7- Sonra yine andolsun ki, onu yakın yakîn, gözüyle göreceksiniz! 8- Sonra andolsun ki, o gün her nimetten sorgulanacaksınız!

-------------------

Orada bir yakîn hadisesi geçmektedir. ”onlar cehennemi yakîn olarak görürler müşahede ederler. Oradaki yakîn, “yakın” değildir.

Türkçedeki “yakın,” arapçadaki “kurbiyyet” olarak belirtilen, ayrı iki varlık arasında olan yakınlık/ kurbiyyet/akrabalık, yakînlik değildir. Geçek yakînlik, “tek varlığın kendi bünyesinde ikiymiş gibi görünmesinden ibarettir.” İki ma’nâ da ki kelimelerin arasında, sadece kelime benzerliği vardır, ama ikisi farklıdır. Birisi yakın, diğeri yakîn’dir.

Âyet-i kerîme de (ilmel yakîn ve aynel yakîn’den bahsedilmek-tedir, bu hususun ayrıca birde, Hakk’al yakîn Halide vardır.

Muhyiddin arabi Hz. lerine soruyorlar yakîn nedir? Diye O da “el yakînü hüvel Hakk” demiştir. Yani yakîn denilen hâdise, “af’aliyle, esmâsıyla, sıfatıyla zâtıyla” zâtın ta kendisidir.” Yani Hakkın bulunduğu yer “yakîn” halidir. Kim hangi ehil ordaysa o “yakîn” ehlidir.

Sohbetin bu bölümünde bir soru gelmiştir, şöyledir.

(Yakîn hâli, ittika hâli değilmidir. ?)

Ef’âl âleminin ittikası, esmâ âleminin ittikası, sıfat âleminin ittikası vardır. Zat âleminin ittikası ise yakîn halidir.

İttika ile muttaki aynı şey değildir?. Ma’nâları da başka, mertebeleri de başkadır. Ancak zat mertebesindeki ittika yakîn ile ilgilidir. Ef’âl mertebesindeki ittika yakîn’lik ile ilgili değildir. Çünkü yaşam sahaları, idrak sahaları ve anlayışları ayrıdır.

Şimdi yakîn, ikiliğe düşmekten sakınmaktır. İttika ise, şüphelilerden sakınmaktır. ”Ef’âl âleminde“, fiiller yaptırım merte-besin de, haramlardan sakınmaktır. Şüphelilerden sakınmaktır.

“Esmâ âleminde”, yani tarikat mertebesinde, duygusuz kalmaktan sakınmaktır. Yani muhabbetin azalmasından sakınmak-tır. Burada maddi bir durum yoktur artık konu hassaslaşmaktadır.

Sıfat hakikat mertebesindeki ittika” Bütün varlıkta Hakk’ın isimlerinin zuhuru olduğunu görememekten sakınmakdır. Yani “Fe eynema tüvellü fesemme vechullah” (2/115) âyetinin hükmüyle, nereye bakarsanız bakın, Hakk’ın varlığı müşahede edilmekte, bu müşahededen düşmekten sakınmaktır. Korkmaktır. Burada korku, nezaket ve irfani ma’nâdadır.

Zat mertebesindeki ittika” ise, Allahın varlığının, zâtının varlığından gaflette kalmaktan sakınmaktır. Bütün âlem de her şeyin Allahın zâtının zuhuru olduğunu müşahede ettiğimizde, aynı zuhurun kendi varlığımızda da zuhurunu idrak ettiğimizde, işte bu zat mertebesinin ittikası, sakınması olmaktadır. Yani bu anlayıştan düşmekten sakınmaktır. İşte bu anlayış yani “tevhidi zat” mertebesindeki “îkân” olmaktadır. Burada îmân’a gerek kalmamaktadır. Yani kişi yok ki, îmânı olsun. (Yani kişi îmânsız olsun demiyoruz espirili olarak). .

Bu ne îmân ki, îmândan içeri” denmiştir, burada ikisi de birleşmiş, artık arada bir şey kalmamıştır. Eğer îmâna yer varsa, daha o mertebe, îkân” oluşmamış demektir. İşte o arkadaş, şuraya vardım, buraya vardım, isteği kadar, mehdiyim desin, âlemlerin kıralıyım desin, bütün bu sözleri ile kendini ele vererek ne kadar açık olarak halini gösteriyor olmaktadır. Ve bu iddiaların ne kadar abes uçuk olduğu, hatta uçuğu da bir tarafa bırakın, ne kadar ahlaksızca, hiç bir nezakete sığmayacak bir haldir, kendisi Allahın mehdisi olmadığı halde, kendisini onun mehdisi olarak göstermesi, Allahın işine karışmaktır. Allahın göndermediği sahte mehdiyi, gönderdi diyerek Allaha iftira etmesidir. Haşa. Ve bunlar Allah ismiyle şirke davet ediyorlar. Ne büyük küstahlık değilmi. ? İşte bunu ancak nefsi emmâre yapıyor. Kendi amelini kendisine, süslü olarak ve en güzel bilgi olarak gösteriyor. Bunu ispatlamaya çalışıyor ve de çevresini zorlamaya gidiyor. Allah etmesin...

Mümin olarak sabahladım dediği” bu hakikatleri idrak etttiğini belirtmiş oluyor. Burada yakîn olarak sabahladım dese, bura da onu herkes anlayamaz. Çok büyük izahlar gerektirir. Yani ef’âl mertebesinde olan îkân’ın ne olduğunu anlayamaz. Ama ef’âl mertebesinde olan îmânın ne olduğunu yaklaşık olarak anlar. İşte (s.a.v.) Efendimizin hususiyeti özelliği, Kur’an-ı Kerîmin de ki, özelliği, her mertebede olacak kişilere, o kemâlâtta olacak bir cümle düzenlenmesidir. Hadisler ve âyetler sadece zat mertebesi itibari ile düzenlenmiş olsa, sıfat esmâ ef’âl mertebesinde olanlar onu anlayamazlar. Ama sadece ef’âl mertebesinde yaşayanlara göre düzenlenmiş olsa idi, o zaman da âyetler, yukarıdakilere bir şey veremez, uruc ettiremez idi.

Kellimünnâsi alâ kaderi ukulihim” ifadesi ne kadar mühim bir eğitim sistemidir. “İnsanlara akılları kadar konuşunuz“ diyor, ne kadar güzel bir ifadedir. İnsanlara akılları düzeyinde konuşmak içinde, bütün insanların akıllarının derecelerini bilmek gerektiğini de ayrıca belirtmiş oluyor.

Çocukların aklına göre, ya da, sadece çocuklara göre konuşun denmiyor, bakınız. Karşınıza gelen insan hangi mertebeden ise, o mertebeden konuşun deniyor. Başka türlü o kişiye zâten ulaşıla-maz. Kırk yaşında bir insan karşınıza gelmişse, kırk yaşının kemâlâtına göre konuşun, beş yaşında çocuk gelmişse ona göre konuşun deniyor. Şimdi kırk yaşındaki kişiye, beş yaşındaki çocuğa anlatılan şeyleri söylemekle ona yazık edilmiş olur. Zâten bir şey alamaz. Ama beş yaşındaki çocuğa kırk yaşındaki insana anlatılacak mevzû anlatılırsa, oda bir şey anlamaz. O halde kaba göre yemek koymak lâzım gelmektedir.

Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım. İndimde taşı ve kerpiçi altını gümüşü müsavi oldu ve gündüz susuz gece uykusuz oldum. ”

Gündüz susuz, gece uykusuz, oldum dan kasıt, tarikat yaşamında, oruçlar nafile namazlar, zikirler, tesbihler, riyazatlar var. Riyazat yapmadan da bu işler olmuyor. Nefsini doyur, doyur hoplasın zıplasın, sonra ben riyazat yapacağım de, olmaz ki. Biraz onu kesmek gerekiyor ki, terbiye olsun, onun dizginleri ele almak gerekiyor. Nefs mücadelesi ve murakebesi yapmak lâzım, bu gerekiyor.

Geçen gün hani “isr” mevzuu olmuştu. Gece yürüyenlerin çocukları, (yâ beni İsrâîl,) diye sohbet yapmıştık gece kalkmak, gece uykusuz kalmak demekti o, gece uykusuz yani faaliyette olmak demektir. Uykulu olmak demek ise, faaliyette olmamak demektir. (dün yapılan sohbetti galiba) Gece uykusuz “isr” hükmüne girmektedir. Hani âyet-i kerîmede belirtiliyorya.

Ya beni İsrâil ezkuru ni’meti yelleti en amtü aleyküm ve inni faddaltüküm alel âlemîn” (2/47)

Biz bu âyet-i kerîmeyi musevilere ait zannediyoruz, halbuki değildir, tevhid ehline aittir. “Yâ beni İsrâîl,” dendiğinde “ey gece yürüyenin çocukları ma’nâsınadır.” İsr gece yürümedir. İsrâîl gece yürüyen ma’nâsı’nadır. İsrâil oğulları gece yürüyenin oğulları demektir. Bunlar Yakub aleyhisselâmın torunlarıdır. Yakub aleyhisselâmın 12 oğlunun sülâsesidirler. 12 oğuldan gelen 12 kavim oldular, en büyük oğlunun ismi yahuda, olduğundan yahudi diyorlar. Üç tane isimleri vardır, Beni İsrâil, yahudi diğeride Museviliktir.

Musevi peygamberlerinden aldıkları isim, Yahudi büyük abilerine atfen aldıkları lâkab. Beni İsrâîl ise Yakub’un kardeşinin zulmünden, kendisini kurtarmak için, gece teyzezine veya dayısına gitmesi, gece yürümesidir. İbrâni lügatında gece yürüyen kişiye “isr” diyorlarmış.

Yâ beni İsrâîl, ey gece yürüyenin çocukları, bu tamamen ümmeti Muhammede ait bir hitaptır. Zâhiren yahudilere gibi gözüküyor ise de, gece yürüyenler kimdir? Gece kalktı, yatsı namazını kıldı, sabah namazını kıldı, başka bir şey yapmasa dahi, onlarda gece namazı hükmündedirler, çünkü bu namazları kılmak ta, bir hareket bir seyir olduğundan, gece yürüme ma’nâsı’nadır. Ey gece yürüyenin çocukları, ey gece namazına kalkanlar ma’nâsı’-nadır. Gafletten uzak uyanmış hali belirtiyor. İsr yol olduğu için, yol almak içinde, gafletten uyanmak lâzım gelmektedir. Tabi olarak bu hüküm de onların üstünde işlemiş olmaktadır, gafletten uzaklaş-mış ma’nâsı da içinde açık olarak gizlenmiştir.

Yâ beni İsrâîl “ezkuru nimeti” Size verdiğim nimetimi hatırlayın“ ve inni faddeltüküm alel âlemîn”

Biz sizi âlemlerin üstüne tafdil ettik. Gece kalkıp zikirlerini yapanlar, âlemlerin üstüne tafdil edildiği yükseltildiği, âyet-i kerîme de açık olarak belirtilmektedir, biz onu okuduğumuz zaman o âyet İsrâîl olarak geçtği için, yahudilere ait olduğunu zannediyoruz, Allahın âyetlerinde tahsis varmıdır, bu yahudi için bu bilmem kim için diye. Hitap hepimizedir. Kabul edip etmemesi bir şey fark etmiyor, o kişinin kendi kazancına bağlı, kabul etmiyorsa hitap ona yine oluyor, ama nimeti kesiliyor. Ama kabul etmiyor ayrı konu. Ama Cenâb-ı Hakk ayrımcılık yapmıyor, herkese ayni âyet-i gönderiyor. Tüm insanlara gelmedi mi geldi. kızıl ehlinede geldi îmân ehline de. kabul edip etmemek kendi kazancı itibarıyla oluyor. Ama Cenâb-ı Hakk hepsine bu lutfu gönderiyor. Ama tatbik eden onu uygulamış oluyor, tatbik etmeyen de kenarda kalmış oluyor.

-------------------

Ve devam ediyor “Keennehü “açıktan açığa rabbimin arşına nazar ediyorum, diyor. Bakın ne kadar müthiş bir hadise. Açıktan açığa rabbımın arşına nazar ediyorum. Diyor ve rüyayı anlatıyor. Ve devam ediyor. Burada arş nedir? şimdi bu soru çıkıyor ortaya.

Kısaca bahsedelim arş, tavan çatı demektir, en üst âlem demektir. Bireysel olarak varlığımızdaki, arş bizim başımız, yani aklımız arşımız bizim çatımız demek oluyor.

Kürsi ise, bizim gönlümüzdür, kürsi oturma yeri, arş ise çatı oluyor. Hani falan prof’un kürsisi var denir, orada masası iskemlesi var, makamı var demektir, işte Cenâb-ı Hakkın bütün esmâ-i Îlâhiyyesi, bütün bu âleme yaygın oturuyor vaziyette, ve bütün bu âlemin ismi kürsidir, yani Allahın esmâ-i İlâhiyyesi bu âlemde oturuyor ve isminin bir meretebesi vardır ve burada zuhura çıkmaktadır. İnsanın varlığında da, gönlünde duygular olarak esmâ-i Îlâhiyye ortaya çıkıyor. Aklında ise aklı küll zuhura geliyor. Gerçi biz aklımızı nefsi küll nefsi emmâre olarak kullanıyoruz ama, aslı aklı küldür, aklımızın ve aklımızı da oraya ulaştırmamız gerekiyor. Yani başımızdaki makama aklı küllü oturtmamız gerekiyor. Ama ne yazık ki bizim burada, nefsi emmârenin aklı, aklı cüz oturmaktadır.

Evvela arş dediğimiz, bu arşımızın Hakk’ını vermemiz gerekiyor.”Açıktan açığa rabbımın arşına nazar ediyorum” demesi, bir bakıma aklı kül yerine yerleşti, yani Hakk’ını ona verdim ma’nâsındadır.

Ve ehli cennete nazar ediyorum ki orada birbirlerini ziyaret ederler”

Hadi bakalım çıkalım bu sözün içinden. Kıyamet kopmadı cennet cehennem ortada var mı?

Bu arada, sohbeti dinleyenlerden birisi sohbet meclisini kastederek, ( işte ehli cennet efendim dedi)

İzâfi ma’nâ da söylemiyor, bakın gerçek ma’nâ da cennete nazar ettim diyor. İzafi olarak tabi burası cennet bahçelerinden bir bahçe, hani efendimiz buyuruyor, dünyada cennet bahçeleri vardır. Cennet bahçelerine uğrayınız. Soruyorlar Ya rasulallah cennet bahçeleri nerede? Zikir halkaları cennet bahçeleridir diyor.

Tarikat ehli bunun dönen zikir halkaları olduğu yönün de bu cennet bahçelerini anlıyorlar ki, bu doğrudur o mertebede ama tevhid ehli için zikir halkasından kasıt, hatırlama ma’nâ sınadır. İki ma’nâ sı var biri sayıları sayma diğeri hatırlamaktır. Neyi hatırlaya-cağız? Kendi varlığımızın hakikatinde esmâi İlâhiyyenin olduğunu hatırlayıp, bilip tatbikate geçirip, hangi esmâyı çekiyorsak o esmânın hakikatini kendimizde bulmamaız suretiyle hatırlamamız gerekiyor. Yani zikri 2 yönlü kullanıp birisi sayısal ve sesli olarak esmânın tekrarı, diğeri ise bu esmânın hakikatinin kendimizdeki yaşantısıdır. Bunlar ayrı, ayrı yapılıyor zikri sayısal olarak yapıyoruz, ama yaşantısının farkında olmuyoruz. İşte “halakaz zikra” dediği halka bir bütündür

Bir çubuk düşünün bunun başlangıcı ve sonu vardır. Ama halkanın başlangıcı ve sonu yoktur. Dönüşümlüdür. Ring seferidir. Hani otobüslerin ring seferi olur ya dönerler dururlar aynı yerde. İşte tevhid sohbetleri halka sohbetleridir bir bakıma niyedir? Nusret babam öyle derdi, “siryani zâti/zâti tesir” derdi. Zâti tecelli, zâti dönüşüm derdi . İşte muhabbetiyle birlikte yapılan tevhid sohbetleri, gönüllerden gönüllere sirâyet ederek, cereyan ederek dönüşür. Ve her uğradığı yere bu hakikati ilkâ eder bırakır. İşte cennet bahçeleri dediği bir bakıma da budur.

Halka olarak zikredilen yerler de, bir bakıma tarikat mertebesi itibarıyla cennet bahçesi, ama hakikat mertebesi ve marifet mertebesi itibarıyle, çıkan nefhayı gönüllerden gönüllere aktararak devam ederek, bu hâlin sürmesi cennet bahçesi olmaktadır. Çünkü dönüşmekte olan, o cereyan siryani zat-i, hakikati ilahiyyeyi dolaştırıyor. Allahın isimlerini sıfatlarını zâtını dolaştırıyor. İşte cennet demek te zâten Allahın zâtı demektir. Yoksa nefis cennetleri demek değildir. İrfaniyet cennet demektir. İrfaniyetten daha büyük cennet tasavvur edilemez. Gerçi nefislerle ilgili cennetler varsa da, orada meyveler var. Oradaki insanlar “meyvelerle meşguller.” “şugulin fâkihun” (36/55)

Ancak tevhid ehli ise “Allah ile meşguldür.” Hangisi daha güzel cennet oluyor. İllâki akan nehirler güzel, güzel huriler gilmanlar olması gerekmiyor, cennet olması için. Tevhid ehli kendi bünyesinde, bu cenneti oluşturması gerekiyor. Ve de buna da zat cenneti deniyor.

Birbirlerini ziyaret ederler,” olduğunu görüyor. Bu ziyaretin demin belirtildiği gibi, aynı katta olanlar birbirlerini ve yukarıdakiler aşağıdakileri ziyaret edebiliyor, aşağıdakiler yukarıdakileri ziyaret edemiyor, çünkü mertebeleri itibariyle çıkmaları mümkün değildir, orayı anlıyamazlar.

Şimdi burada esas konu ki, bu sözde şek şüphe yotur. Çünkü peygamber efendimiz tasdik ediyor, bu hadîs-i yani Zeyd bin Hârise’nin sözlerini Efendimiz tasdik ediyor. Orada kendisini ikazda edebilirdi, ey Zeyd cennette daha kimse yok, daha hesap kitap görülmedi, şeklinde söyliyebilir di. İkaz edebilirdi. Bakın hadîs-i şerifte böyle bir şey yok. Demek ki, Efendimiz daha 1400 sene evvel cennetin varlığını, ve orada yaşayanları tasdik ediyor. Şu hadîs-i şerifi inkâr mümkün mü?

Ama genelde şeriat ehli, daha cennette kimse yok diyor. Hesap kitap olmadı ki, kıyamet kopmadı ki. Açık olarak Peygamber Efendimiz tasdik ediyor. Eğer mutlak ma’nâ da orada hiç kimse olmasaydı, ya Hârise sen yanlış görmüşsün daha orası boş diye ikaz ederdi.

Ayrıca efendimiz cennete gittim şöyle, şöyle insanlar vardı, cehennem ehlini gördüm şöyle idi, diyerek açık olarak hallerini anlatmaktadır. Ama biz hâlâ cennet boş cehennem boş diyoruz. Peki bizim hesabımızda kitabımızda görülmediğine göre, demek ki, orada bir başka nesil insanları vardır.

Şimdi hesabımız görülmedi, bizden henüz giden yok, o doğru, yani Âdem (a.s.) ile Muhammed (s.a.v.) bizim neslimiz oluyor, bizden henüz giden, hesabı görülen olmadı. Demek ki bizden henüz daha kimse yok, o doğru. Ama orada cennet ehli, ve cehennem ehlide vardır. Demek ki yeryüzünde yaşayan yegâne insan toplulukları bizler değiliz. Bizden evvel daha nice, nice Âdem ve Muhammed, (s.a.v.) nesilleri geçti. Biz şu anda yer yüzünde yaşayan nesiliz, bizden sonrada yine bu âlemde, bizim benzerimiz Âdem ve Muhammed seyrini yapacak bir sürü nesiller gelecektir. Bu da işin bir başka yönüdür.

Şu hadîs-i şerif bize bunu açık olarak belirtiyor. Tabi sadece bu hadis değil, bu hususta başka haberlerde vardır. Meselâ Peygamberimiz diyor ki.! “Âdem çamur ile balçık arasında iken ben peygamberdim.” Hadi bakalım nasıl olacak bu işler. Nasıl oluyor,? Diyelim ki, Hz. Peygamber bizim zamanımızın peygamberliğini yaşadığı sürede, bizden sonra gelecek olan neslin daha Âdemiyeti halkedilmedi demektir. Ve programı da başlıyor demektir. Bu âlemde olacak, yada başka bir gezegende olacak. Yüz milyar galaksi, her galakside ortalama, yüz milyar yıldız olacak? bu kadar gezegenin içinde sadece dünyada mı insan yaşamı olacak?

Bu fezada dünyanın yeri, bir nohut tanesi kadar yer tutmuyor. Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemleri sadece bizim dünyamız ve neslimiz için mi halketti? Diyelim bizim de neslimizin süresi kıyamete kadar, on bin sene olsun, on bin senecik, sonsuz uzay feza çağına göre bir saniyecik bile yer tutmuyor. Ebedi ve sonsuz hayata göre, bütün bu âlemleri Cenâb-ı Hakk bir saniye için mi halketti.?

Cenâb-ı Hakkın sonsuz zuhurları, yaşantıları içerisinde sadece, bir neslin sistemiyle eğitimiyle kalacak değildir. Daha bilemediğimiz ne âlemler, ve buralarda da ne tür hayatlar olabileceğini, açık olarak düşünebiliriz. Eğer sadece bu âlemde İnsanoğlu yaşıyor diye düşünürsek, Cenâb-ı Hakkın ilmini de zâtını da, sıfatlarını da, sınırlamış oluruz.

İşte “cennet ehli birbirlerini ziyaret ederler, ve cehenneme nazar ediyorum birbirlerine havlarlar” diyor. Havlama, hangi hayvanın vasfı malûmdur. . Demek ki, cehennem ehlinden bir kısım, insanlık vasfından çıkıp hayvanlık vasfına giriyorlar. mahşerde insanların bazıları hayvan sureti üzere gelecekler. Dünyada insan fıtratı üzere yaşamış ama özü batını hayvan ahlâkında olduğu için, hangi hayvanın ahlâkında ise, kurt köpek domuz gibi afedersiniz, işte o suret üzere gelecekler.

Mahşerde üç türlü mahşer gurubu olacak.

Birincisi. Dünyaya İnsan olarak gelmiş, insan gibi yaşamış, ve insan gibi ölmüş olanlar. Gene mahşere insan sûretindeki halleriyle gelecekler.

İkincisi. Dünyaya insan olarak gelmiş, fakat emirleri dinleme-miş, ve hayvanlık mertebesinde yaşamış, ve öyle ölmüş, onlarda hangi hayvan ahlâkında yaşamış ise, o hayvan suretine benzer bir sûretle geleceklerdir.

Üçüncüsü ise. Dünya ya hayvan olarak gelmiş, hayvan olarak gitmiş olanlar, gene kendi hayvan sûretleri ile gelecek olanlardır. Bunların hesapları görüldükten sonra onlara, toprak olun denecek onlarda hemen toprak olacaklar çünkü onların emir ve nehiy mes’uliyetleri olmadığı için ahiretleride yoktur.

Ancak burada bir istisnâ vardır. Dünya da hayvan olarak yaşayan, ama mübarek insanlara özel olarak yardımları dokunmuş olan, (10) hayvan cennete gidip cennet ehli olacaklardır.

-------------------

Bu husustan da bizim için çıkarılacak dersler vardır. Aklı olma-yan bir hayvanın hissiyatı ile yaptığı bir iyiliği dahi zayi etmeyen Hz. Allah, elbette ki insanların da hiç bir amelini zayi etmeyecek ve muhakkak mükâfatını verecektir.

İşte müstesna olarak Cennet’e girecek 10 hayvan şunlardır:

1- Salih aleyhisselâmın devesi,
2- İbrahim aleyhisselâmın danası,
3 - İsmail aleyhisselâmın koçu,
4- Musa aleyhisselâmın sığırı,
5 - Yunus aleyhisselâmın balığı,
6- Üzeyr aleyhisselâmın merkebi,
7 - Süleyman aleyhisselâmın karıncası,
8- Ve yine Hz. Süleyman’ın Belkıs'a gönderdiği Hüdhüd,
9- Eshab-ı Kehfin Kıtmir’i/köpeği,
10- Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) devesi Kusva. Mekke’den Medine’ye onun sırtında hicret etmişlerdi. 


Yüklə 0,99 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə