GöNÜlden esiNTİler: ÎMÂn ve îKÂN: necdet ardiç terzi BABA necdet ardiç İrfan sofrasi tasavvuf seriSİ (72)


Ol okur kim seyrü evtân eylemiş “



Yüklə 0,99 Mb.
səhifə6/10
tarix25.06.2018
ölçüsü0,99 Mb.
#51702
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Ol okur kim seyrü evtân eylemiş “

Yani eşya sandığın bu âlemdeki her şey Hakkın kitabıdır. Ama bunları okumak için vatanları seyretmiş olmak lâzımdır. Tevhid mertebelerini idrak etmiş, af’al mertebelerini, nefis mertebelerini idrak etmiş olmak gerekiyor

Yani bu kitabın şifresi, ona deşifremi diyorlar çözmek için bir eğitim almakla mümkün. O eğitim de tevhid eğitimi yani birlik eğitimidir.

MuHakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenleri rahman sevgili kılar” 19/96

Bakın burada fiiliyattan muhabbete geçti. Birincide fiiliyata yönelme vardı. Ya rabbi, şöyle olsun böyle olsun temennimiz bu, en büyük temenisi de “meal ebrar” iyilerle birlikte öldür idi.

İkinci îmân mertebesinde kişiler suskun suküt halınde, Rahmaniyet mertebesi itibarıyle rububiyyet mertebesinin hali anlatılmaktadır. Yani esmâ mertebesinde yaşayanların hali anlatılmaktadır.

İşte Ellezîne yü’minune bilgaybi ve yukîmunes--selâte ve mimmâ razeknâhüm yünfikun” 2/3 diye anlatılmaktadır.

Burada da anlatılmakta ancak bakın, îmân edip sâlih amel işleyenleri rahman sevgili kılar. Bu nereden! rahmâniyet mertebesinden anlatılmaktadır. Rahmân kendine bunları sevgili kılar. Diğerinde Rahmâniyet mertebesi rububiyyet mertebesindeki hâli anlatıyor. Burada ise rahmân kendi mertebesini kendi halini anlatıyor.

MuHakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenleri rahmân sevgili kılar. Yani kendine muhabbetli kılar. Bu mertebede bir âyet-i kerîme daha var. Bir çok âyet-i kerîme daha vardır. ”Rahmânın öyle kulları vardır ki gelen giden yolda ona sataşırlar, yani onları hafife alırlar, dışarıları ile fazla ilgilenmediği için bu kendi halinde şudur budur gibi hafife alırlar. İç bünyelerindeki hakikati bilmeyenler, ve onlar da geçerlerken yoldan size selâm derler gelir geçerler. Ama onlar bağırırlar alay ederler bağırırlar çağırırlar arkasından koşarlar. Ama o sadece size selâm der âyet-i kerîme de ve geçer demekteler.

Ne kadar açık, “Rahmânın öyle kulları vardır ki yoldan geçerken giderken onlara sataşırlar takaza ederler, o sadece size selâm der.” (25/63) Çünkü biliyor onların bir zavallılık içersinde olduklarını ve hiç bir zaman onlara Allah sizi kahretsin, Allah sizi yok etsin diye bedduada bulunmaz. Selâm der. Yani Allah sizi selâmete çıkarsın diye ne güzel bir şekilde onlara öyle cevap verir.

Şimdi bakın muhakkakki îmân edip, buradaki” îmân” demin bahsetmeye çalıştığımız gibi yani kişinin kendi bâtınını idrak ederek âlemin bâtınına îmân etmesidir. Şimdi birinci yol sadece Allaha îmân hangi îmân hayalde olan Allaha îmân ama bu giriş kapısı bu olmadan olmuyor. İkinci kata çıktığı zaman bâtına da îmân var. Zahire îmân olduğu gibi bâtına da îmân “yü’minune bil gaybi” gaybada îmân ederler kendi gaybları ile

Bakın şimdi îmân mertebe olarak yükseliyor. Burada muhakkak ki îmân edip… öteki mertebelerle bu mertebe arasında îmân bakımından fark var mı? Tabi ki var. Ama bütün bu îmân mertebelerini topladığımız zaman zannediyoruzki af’al mertebesindeki îmân. Değil, eğer öyle olsa idi arkasından gelen âyetler bu tarzda olmaz ifadeleri değişmezdi.

İşte buradaki îmânın hakikati rahmân suresinde bildirilen “Errahman allemel kurân halekal insân allemehül beyân (55/1-2-3-) hükmü içerisinde olan ma’nâları anlayarak îmân etmek vardır. Bu daha yukarılarda bir îmân olmaktadır. İşte, bu îmânın şartı sâlih ameldir. Onlar sâlih amel işlerler. ”Ve amilüssâlihâti” Sâlih amelleri yaparlar.

İşte bu amelleri yaptıktan sonra “Seyec’alû lehü--mürrahmânü vüddê” Buradaki aslında yakında umulur ki Allah onları muhabbet ehli edecektir. Âyet-i kerîmeyi böyle çevirmemişler. Burada yakında ma’nâ sına olması gerekiyor. Yakında kılacaktır. ”Vüdde” Muhabbetli kılacaktır.

Bu mertebedeki îmânın başlangıcı, rahmânın sevgisine ulaşmaya ümitvar olmak ve onun yolunu açmaktadır. Bu mertebenin kemali de rahmanın sevgisine ulaşmış olmaktır. Vüdden- Vedüd, ismi cihetiyle.

Şimdi sâlih amel dendiği zaman ne anlayacağız. Zâhir fiziki ma’nâ da amel, iyi işler yapmak. Namaz kılmak oruç tutmak abdest almak yolda giderken birisine yardım etmek yaşlıya insanlara yardım etmek, olabildiğince faydalı yaşamak. Kendi yaşantısını da düzenleyerek örnek olmaya çalışmak bunlar ameli sâlih diye belirtiliyor.

Ameli sâlihin tevhidi ma’nâ daki terkibi vardır, zaman zaman söylüyoruz. Ne idi ameli sâlih? Gerçek ma’nâ da “ameli sâlih ma’nâ sı Hakk’tan tatbiki kuldan” olan ameldir.

Ma’nâ sı Hakk’tan ne demek? Hakkın kuluna yaptığı tavsiyeler. Ey kulum şöyle şöyle yap, şöyle şöyle yap dediği ki bu ma’nâ sı programı Hakk’tan tatbiki kuldan olan fiil ameli sâlih olmaktadır.

Peki tersi nasıl olmaktadır? Kurgusu düşüncesi fiili tatbikatı da kuldan nefs’ten, olanlar da, gayri sâlih amellerdir. Yani sâlih olmayan amellerdir. Yani insanın zararına olan fiiller nefsi emmarenin kendi menfaati için kurguladığı ameller gayri sâlih olmaktadır. Salâh üzere yani düzgünlük üzere değildir.

Ve bu sâlihlik Cenâb-ı Hakk’ın Kurân-ı Kerîmde belirtmiş olduğu 4 mertebenin en son mertebesidir. ”Cenâb-ı Allahın seçmiş olduğu kimseler vardır. Onlar ki peygamberlerdir, sıddıklardır şehidlerdir sâlihlerdir” (4/69) demek suretiyle Cenâb-ı Hakk’ın seçilmiş, seçkin kullarını dört mertebeden ifade etmektedir. Bunun üzerinde daha çok durulur ama bu kadarla bırakalım.

Kısaca anlayabildik mi, ameli sâlih kelimesi kitapları-mız da geldiği zaman bizim bilincimizde ( kitapta bunu yazmaz ) okuyun hiç bir kitapta bu ibareyi bulamazsınız. Peki buraya nereden gelindi nasıl ulaşıldı denirse, Peygamber efendimizin mubarek lisanlarından çıkan üç türlü üç bölüm cümleler var. Birisi Kurân, birisi Hadîs-i Kutsî, bir bölümü de Hadis... .

Peki bunların hepsi peygamber efendimizin mubarek lisanından çıktığı halde, niye hepsine Kurân denmemiş ne farkı var ki, aynı dilden aynı kelâmdan aynı gönülden çıkıyor. Ve ya kutsî hadis denmemiş, ve ya hadislerin hepsine kutsi hadis denmemiş te hadîs-i şerif, şerefli hadis diye ayrılmış? Neleri itibarıyla manaları itibarıyladır.

Fiili hepsi efendimizin lisanından çıkmakta gibi görünüyorsada, manaları ve zuhurları yönünden değişik olduğundan değişik isimler almaktadır. Bakın gözümüzün önünde olan hadiselerin ne kadar bâtınlarında hakikatlerinde özlerinin ne kadar derin ve güzel hoş ma’nâlar olduğunu böylece anlamaya çalışıyoruz.

Kurân dendiği zaman “ma’nâ sıda lâfzıda Allahtan” olan sesi Muhammed ten olan, lafzı da ma’nâ sıda Allahtan işte bu Kurân olandır. Zat hükümleridir.

Hadîs-i kutsi ye gelince, “ma’nâ sı Hakk’tan lâfzı peygamberden” ve ayrıca seside peygamberden olandır. Kurân, lafzıda ma’nâ sıda Allahtan, hadîs-i kutsi , ma’nâ sı Allahtan lâfzı peygamberden, hadîs-i şerifler ise, “lafzıda ma’nâ sıda peygamberden” ve seside peygamberdendir.

Bakınız şimdi üçününde sesi peygamberden, lisanı mubarek ağızlerından çıkıyor. Ses olarak hepsi onun ama Kurânın ma’nâ sıda lâfzı kelâmı da yani âyet-in ifadeleri bunların ikisi de Allahtan olmakta onun için Kurân zat kitabı deniyor diğerlerinden müstesna ayrılıyor.

Kutsî mukaddes olan sözleri ise efendimizin, kutsi yani yarı Kurân ma’nâ sına onlarda, neden öyle? Ma’nâ sı Hakk’tan olduğu için. Bakın hadîs-i kutsiler incelenecek olursa, hadîs-i şeriflerle çok büyük farklılıkları vardır. Hadîs-i şerifler fiziki ma’nâ da af’al âlemini bildirirler. Namaz oruç hac zekât nasıl yapılıp edilecek bunların hükümleri nelerdir fiili ma’nâ da onları belirtirler, ama kutsî hadisler Allahın zatından bahsederler. Çok geniş bir sahadan bahsederler. Mesela “levlâke levlâk lemâ halektül eflâk” Eğer sen olmasaydın, olmasaydın (2 defa) âlemleri halk etmezdim. Bakın bu sözün cümlenin bir beşer lisanından söylenmesi mümkün değildir. Kurân değil lâfzı peygamberden, hadîs-i şerif değil ma’nâ sı Hakk’tan. İşte bakın hadîs-i kutsi, kutsi mukaddes hadis ma’nâ sında.

Ve hadîs-i şeriflerde, kurgusu da ma’nâsı da düzenlenmesi de peygamber efendimizden ve onun tavsiyeleridir. Namazı böyle kılın, orucu böyle tutun zekâtınızı şöyle verin gibi, gerçi onları da ilhamı İlâhi olarak söylemekte, ama günlük yaşantı üzerinde bazı sorular sorulmakta peygamber efendimize o da tavsiye ediyor, şöyle şöyle yapın diyor. Ma’nâsı da peygambe-rimizden lâfzı da peygamberimizden kelâmı da peygamberimizden. Bunlarda müşterek olan üçününde sesinin Peygamber Efendimizden olmasıdır.

Gerçi Kurân, lâfzı da ma’nâ sı da Hakk’tan alanın sesi de Hakk’ tan ama görüntüde Hz Rasulüllah olduğundan, birliktelik teşkil ettiği nokta olarak, her mertebede sesin peygamberimizden olmasıdır.

Eğer peygamber efendimizi ortadan çıkarmış olursak mertebe-i Muhammediyeyi ıska geçmiş oluruz. Yanlış kelâm olmasın Hakk’ını vermemiş oluruz. Hakikati Muhammediyeye mertebesi başlı başına bir mertebedir.

Ve bunu teyit etmek için ilgisi olmadığı halde yeri gelmişken belirtmeye çalışalım. Cenâb-ı Hakk Mekkede dileseydi ona bir yer veremezmiydi? Ve bazı kimseler hayret edilcek bir şey Kabe-i Muazzamayı Hz Peygamberin kabri zan edip hacca öyle gidiyorlarmış.

Zaman zaman duyuyoruz peygamber orada yatmıyor mu ? Diyor.

Şimdi bu ne tür bir şuur altı Hz peygambere Mekkede bir yer verilezmiydi niye çıkarıldı dışarıya, üç beş tane ( af edersiniz) çapulcumu çıkarttı onu, nasıl çıkarttılar? Mâdem ki Allahın habibi bütün âlemleri kendisi için halk ettiğine göre ona Mekkede 2 metre bir yer bulamadılar mı gibi soru insanın aklına gelebilir.

Bulamadılar yapılamadı edilemedi değil. onların hepsi birer örtü birer perdedir. Eğer aleyhisselatü vesselâm efendimiz Mekkede kalıpta kabri mubarekleri orda kalsa idi ikinci derede ziyeret yeri olacak idi.

Kâbenin yakınlarında bir yerlere defnedilecek idi. Ama ikinci derecede olacaktı. Cenâb-ı Hakk rasûlünün ikinci derecede olmasını değil birinci derecede olmasını ister.

Bu oluşum Mekkede olamayacağına göre çünkü orada Kâbe-i Muazzama var birinci derecede O dur. O zaman Medine-i Münevvereyi saltanatlık yeri (padişahlık saltanatı anlaşılmasın) olarak verdi. Hakikati İlâhiyye’nin orada tek olarak zuhurunun ispatı için yani oluşumunu ortaya çıkarmak içindi.

Yani efendimize Medine-i Münevvereyi oradaki ensarın daveti ile oraya gidilse de o da ayrı bir ilim yani bir seyri göstermektedir, ama aslında Cenâb-ı Hakk rasûlüllaha bir sancak vermeyi, müstakil bir beldede hakikati muhammedi bayrağını istiklâl olarak vermeyi diledi onun için Medineye gidildi. Yoksa birilerinin bir kaç kişinin baskısı ile değil.

Eğer öyle olmasa idi Mekkeyi fethettikleri zaman Hz peygamber gelir Mekkede otururdu. Kim ne diyebilirdi ki ? Diyemez di.

Medineliler söylediler Mekke fethedilirken, sen bizi bırakırsın ya rasulellah dediler. O da, yok bırakmam diye söz vermişti baştan. O da işin bir başka vechesi olmaktadır. Bununla devam edelim kısaca,

Hz Ali efendimize Medinede iki metre bir yer bulunamazmıydı! Üç tane halife orada O garip gitti Irak Necef’te kabri var, şimdi biraz düşünelim, Medinede kalamazmıy dı kim ne diyebilirdi ki. Hz Ebubekir, Hz Ömer, Hz Osman orada. Hz Ebubekir ve Ömer hatta peygamber efendimizin yanında orada boş yer olduğu söyleniyor ki zaten orası Fatma validemizin odası olmakta Fatma validemizin odası Hz Ali nin evi olmakta kabri şerif onun evi onun olduğu yerde Ayşe validenin evi ama aynı mücavir alan birbirlerine bitişik odalar olduğu için fatma validenin evi sayılır. Hem de kayın pederi, hem de amcası; öyle olduğu halde gitti Necef’te kabri oldu. Onun kabri her sabah büyük cümbüşle davul zurna ile ilan edilerek açılıyor. Sabah ezan okunduğu zaman kapıları var geniş bir arazi içinde merasimlerle açılıyor kapılar.

Şimdi bu üç mertebenin kendine ait istiklâliyeti vardır. Bu istiklâliyet olduğu için Cenâb-ı Hakk onları ayrı yerlere kabri şeriflerini iskan etti. Eğer onlar üçü bir arada olsa idi birbirinin altında gölgesinde kalacaklardı. O zaman da ma’nâ itibarıyle muhtariyetleri olmayacaktı.

Mekke-i Mükerremede Cenâb-ı Hakk’ın İlâhi saltanatı var. Orada “Lâ ilâhe illâllah” sancağı var. Medine-i Münevverede “Muhammedürrasulullah” sancağı var. Eğer Mekke-i Mükerremede değil de Medine-i Münevverede Hz peygamberin kabri şerfileri olmuş olsa idi bu sancak oraya asılamazdı. asılsada yarım kalırdı. Yarıya kadar çekilir yukarıya kadar çıkamazdı. Orada kelime-i tevhid bayrağının üzerine çıkacak bir bayrak yoktur.

Gerçi bazı levhalarda Lailahe illâllah muhammedün-rasülullah birlikte yazılmakta ama peygamber efendimizin saltanatını küçültmemekte aksine büyültmektedir. Hani Mecnun bir gün çakıyı almış eline çıkmış ormana gençler sevdiklerinin isimlerini yazı olarak bir yerlere yazarlar ya, o da her yere Leylâ, Leylâ, leylâ diye yazıyormuş. Biriside farkedip görmüş. Yanına gelip soruyor ne yapıyorsun deyince, Mecnun sevgilimin ismini kazıyo-rum. Eee kendi ismini niye yazmıyorsun ? deyince!

Mecnun; Leylâ yı okuyan arkadan kendisi Mecnun’ u getirir yazmama gerek yok diyor. Yani o kadar birleşmiş ki bu isimler Leylâ dendiği zaman Mecnun ona bağlı olarak arkadan gelecektir.

İşte nerede Lâ ilâhe illâllah görür isek, Muhammedün-rasülullah oradadır ve hemen söyleriz. Yazılmasına bile gerek yoktur.

Şimdi bu işin bu tarafı böyle, diğer yönden ise, Cenâb-ı Hakk Medine-i Münevvereyi peygamberimize saltanat için müstakil bir vatan olarak verdi. Eğer kabri Mekkede kalmış olsa idi o bayrak oraya çekilemezdi. Cenâb-ı Hakk’ın habibine verdiği ne kadar yüce bir değeri vardır.

Yoksa bir kaç kişi geldi baskı yaptı korkuttu şunu bunu yaptı gibi değil. . Tabi onun da seyrü süluk yolunda olanlara büyük hikmetleri vardır. Ama asli ma’nâ da ki hikmet buraya dayanıyor.

Hz Ali efendimizin de Medinede kabrinin olması, ”Aliyyün Veliyyullah” bayrağı oraya çekilemezdi. Neden? Çünkü Peygamber efendimizin bayrağı var orada. Muhammedürrasulullah bayrağı var çünkü orada. Hiç bir Muhammedi müntesibi bayrağını onun üstüne çekmez çekemez. Ve onun olduğu yere zâten bayrak asmaz. Onun olduğu yerde bayrak asılır mı? Aaa o bayrak verirse elinde tutarsın ki onun da vereceği bayrak bir bölük bayrağıdır.

Ama Hz Ali efendimizin bayrağı “Aliyyün Veliyyullah” bayrağı da küçümsenecek bir bayrak değildir o velilerin önderidir. Peygamberimiz bütün peygamberlerin önderi, Hz Ali efendimiz ise, bütün velilerin önderidir. Bazı kimseler günümüzde gelip biz zamanın velâyet kemalâtındayız diyorlar. Allah Allah, tüm velilerden üstün bir kemalâta sahib olduğunu iddia ediyorlar. Bakın hayal din içinde neler yaptırıyor. Hani nefsi emmâre onların konturollarını da eline almış öyle konuşturuyor. Allah ıslah etsin hepimizi...

Özet yorum: Sıfat hakikat mertebesini ifade eden bu âyet-i kerîmeyi inceleye çalışalım.

İnnellezîne âmenû” O kimseler ki îmân ettiler. Peki nasıl? Hakikat ilmi ile îmân ederler. Orası hakikat mertebesi sıfat hakikat mertebesinin îmânı yani belirli çalışma belirli yaşantılardan belirli aşamalardan sonra belirli bir yere geldiler. İşin hakikatini anladılar. Îmânları kendi gayblarına olan anlayışları ile gayba îmân ettiler. Burda da kendi hakikatlerinde bulunan Allaha îmân ettiler. Diğerinde gayblarıyla îmân ettiler derken burada Allahın hakikatine îmân ettiler. Gayb ve şehadeti bireleştirerek irfaniyet yolunda da epey yol katederek rahmaniyet hakikati yolculuğunu anlayarak hakikat ilmiyle îmân edenlerdir.

Ve amilussâlihâti” Sâlih amelin kısa ifadesi şudur. Demin de dediğimiz gibi buraya da yazılmış. “Ma’nâ sı Hakk’tan fiili kuldan olan ameldir” diyebiliriz.

Sâlik, seyru sülûk yolun da nefsini temizleyerek Hakk’tan gelen ma’nâları idrak ederek beşeri sıfatlarından soyunarak İlâhi sıfatlarla tahakkuk etmeye başlar. Bu hal ona îmân yolunda çok şey kazandırır.

Kendindeki beşeriyetinin gitmesi ve yerine hakikatinin gelmesi ile, görüşüde değişir hayatı da değişir anlayışıda değişir. Bütün bunlar değişince îmânı da değişir.

Se yecalü lehümürrahmânü vüdden” Böylece çalışmalarını sürdürerek rahmani hakikatlere ulaşanları rahman kendine sevgili kılar. Bakınız ne kadar mühim bir meseledir, rahmânın sevgisine muhatab olamak yahut onu kazanmak, herhalde bu âlemde küçümsenecek bir şey olmasa gerektir

Efendim bunlar olur mu olmaz mı? Olur olmayacak şey Kurâna yazılmaz. Bakın “ Seyecalü lehümürrahmanü vüdden” Yakında rahman onları kendisine sevgili-vedûd-vedad kılacaktır.

Böylece çalışmalarını sürdürerek rahmani hakikatlere ulaşanları rahman sevgili kılar. Bu yaşantı aynel yakîn mertebesi hali sıfat mertebesinin îmânıdır diyerek burada bırakalım sonra da zat mertebesinin îmânının yolu açılmış olacaktır.

Cenâb-ı Hakk cümlemize hayırlar idrakler güzel anlayışlar versin. Gerçekten hayali îmân ehli değil, îmânın en kemali olan îkân hakikatine bizleri ulaştırsın inşallah. Devamında bu mevzuun devamında oraya da geleceğiz inşallah. Cenâb-ı Hakk bütün bunları bizlere kolaylaştırıp yollarını da âsân eylesin bu seyru sülûk yolunda yolumuza devam edelim inşallah. .

Salli ve sellim ve barik ala eşrefi nuri cemiyıl enbiyai vel mürselîn velhamdülillahirabbil âlemîn. Cümle geçmişlerimizn ruhları için Allah rızası için bi hürmeti sırrı suretil fâtihati meassalevât.

Sohbet (7)

Euzübillâhimineşşeytânirraciym

Bismillâhirrahmânirrahıym

Bugün 24 -05 2008 . cumartesi günü. İzmir hatay’da Hatice annemizin evindeyiz. Allah evvela ona sonra hepimize sağlık sıhhat ve hoşluklar versin inşallah... . amin

Ve uzun seneler kendilerini ziyaret edelim birlikte güzel güzel sohbetler yapalım inşallah. . Evet devam edelim sohbetleimizden birisi de biliyorsunuz îmân bahsi idi. Mesnevi yi şeriften küçük bir bölüm alarak o sahaya girip yolumuza devam etmiştik. Ve bunun neticesinde de vahiy ve cebrâîl isimli kitabımızdan îmân bölümüne geçmiştik.

Tevhidi af’al yani şeriat mertebesi îmânı, Tevhidi esmâ tarikat mertebesi îmân bölümlerini gördükten sonra bu günde üçüncü mertebe sıfat mertebesi yani hakikat mertebesi îmânını anlamaya çalışalım.

Gerçi orasınıda geçen sefer görmüştük ama, bağlantı olsun diye özetle geçelim. Sonrada zat marifet mertebesi îmânına geçelim.

Sıfat mertebsi itibarıyle, meryem suresi 19/96 âyet-inde “muHakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenleri rahman sevgili kılar.” Diğer birinci mertebede kişiler îmânlarının hakikatlerini kendileri talep ediyorlarken, diğer tarikat esmâ mertebesi düzeyinde olan îmân hallerini Cenâb-ı Hakk kendisi vasfetmekte idi.

Yani iki mertebe arasındaki büyük fark budur. Birincisinde kişiler îmân talep etmekteler ve bir mertebe yukarıdakilere itaat etme işinde iken “meal ebrar-bêr” ebrar mertebelerinde olanlarla öldür diye talep ederlerken, ikinci mertebede olanların halini Cenâb-ı Hakk anlatmakta idi. Nasıldı “yü’minûne bilgaybi” onlar gayba îmân ederler “ ve yukıymunessalete” ve namazlarını dosdoğru kılarlar.

Bakın bu mertebe ile birinci mertebenin farkı birinde kişiler, talep etmekteler, burada Cenâb-ı Hakk onları anlatmaktadır. O mertebenin hâlini kişilerinin hâlini anlatmaktadır.

Bu mertebe biraz daha yukarıya doğru çıkarak yine burada da onları rahman anlatmaktadır. İkinci mertebeyi rahman rububiyyet mertebesinden anlatmak burada ise rahman kendi mertebesinden rahmaniyyetini anlatmaktadır.

Naıl bakın Ellezîne, o kimseler ki, âmenû îmân ettiler ve amilussâlihâti sâlih amel işlediler. İşte çok yakın bir gelecekte Seyec’alü kılacaktır, lehümürrahmanü vüdden rahman onları kendine dost sevgili muhabbetli kılacaktır” demek suretiyle bu sıfat mertebesinin îmânının hakikatini gösteriyor.

Kısaca okuyup geçelim. Sıfat hakikat mertebesinin bu îmânını incelemeye çalışalım. ”İnnellezîne âmenû” o kimseler ki hakikat ilmi ile îmân ederler. Her mertebe yükseldiğinde idrakleri de yükseldiğinden birinci derece ile îmânı kelime olarak aynı ikinci mertebede de îmânın îmân olarak yazılışı aynı, üçüncü mertebede de yazılış olarak îmân aynıdır.

Ancak hepsinin anlayış idrak ve mertebeleri başka, kelime müşterek ama, kelimenin mertebeleri başkadır. Meselâ bir çocuğa doktor dediğimiz zaman doktor aynı şekilde yazılır. Bir gence doktor dediğimiz zaman o çocuk doktoru başka anlar genç başka anlar. Ama hastanın ta kendisi doktorla yakın ilşkisi olan kişinin doktor kelimesinden anlaması daha başkadır.

Hepsi doktor kelimesi ile yazılmakta, ama farklı anlamlarda olmaktadır, işte îmân kelimesi de hangi mertebede olursa olsun îmân diye belirtilmekte ancak onun devamı önde ve sonda olan kelimelerle o îmân mertebesinin hangi mertebe olduğu anlaşılmak-tadır.

“İnnellezîne âmenû” o kimseler ki, hakikat ilmi ile îmân ederler. Yani îmân bakış sahaları değişiktir. ”Ve amilussâlihâti” sâlih amel işlerler. Sâlih amelin kısa ifadesi şudur. “Ma’nâ sı Hakk’tan fiili tatbikatı kuldan” olan ameldir.

Bunun dışında olan ameller fiiller, ma’nâ sıda beşerden nefis-ten, fiilide nefisten olduğu için gayri sâlih amel denmektedir.

Salik, seyrü sülûk yolunda nefsini temizleye, temizleye Hakk’tan gelen ma’nâları idrak ederek kerih sıfatlarından temizlen-erek İlâhi sıfatlarla tahakkuk etmeye başlar.

Yani üzerimizde Cenâb-ı Hakk’ın belirgin olarak ve her birerlerimizde mutlak var olan, olmazsa olmaz sıfatı subutiyyesi vardır. Nedir onlar?. “Hayat, İlim, irade, kudret, kelâm, semi, basar.” Biz bunları evvela kendi beşeriyetimiz yönünden kullanmaktayız. Yani beşerce nefs olarak kullanmaktayız.

İşte belirli sohbetlerden belirli zikirler riyazatlardan aşamalardan sonra, bakıyoruz ki bu sıfatlar bize ait değilmiş. Hakkın sıfatları imiş. O halde bakın Hakk’tan gelen ilhamları idrak ederek, beşeri sıfatlarından soyunarak İlâhi sıfatlarla tahakkuk etmeye başlar. Bu hal ona îmân İdrak ve anlayış yolunda çok şey kazandırır. .

Eğer hayatımızın bize ait bir hayat olmadığını, Cenâb-ı Hakk’ın gerçek ma’nâ da hay isminin üzerimizdeki tasarrufu olduğunu düşündüğümüzde, daha evvelce hayat benim hayatımdır iddiasında bulunulduğu gibi ki yanlış bir iddiadır, yani kendimize mâl ettiğimiz o hay sıfatını Hakk’ın olduğunu anladığımız zaman sıfat mertebesinin îmânı bizde ortaya çıkmış olmaktadır.

Yani hayat ilim irade yani yapmış olduğumuz bu tasarruflar ki hayatımız bunlarla kâimdir bunlar olmayınca hiç bir şey olmuyor. Diğer esmâi İlâhiyyede bunlara bağlı olarak çalışıyor. Hayat olmaz ise başka bir şeyin olması mümkün değildir. İlim olmazsa hayatın düzenlenmesi mümkün değildir, İrade olmasa bunların faaliyeti tahakkuku mümkün değil, Kudret olmazsa bunların zuhura çıkışı mümkün değildir.

İşte bu gibi sıfatların Hakk’ın sıfatları olduğunu ve bizde o şekilde tahakkuk etmeye başladığı zaman îmân yolunda bize çok şey kazandırır. Yani sıfat mertebesindeki îmânımız Hakk’ında çok şey kazandırır. Olgunlaşmış olur.

Böylece “Seyec’alürrahmanü’ vüdden, böylece çalışmalarını sürdürerek rahmani hakikatlere ulaşanları rahman sevgili kılar. Nasıl olmasın ki kul, hayat Hakk’ın rahmanın, ruhaniyetinin, nefesi rahmanisinin, zuhuru olduğunu anladığında, ve ilminin Hakk’ın rahmanın ilmi olduğunu anladığında ve kudretinin kuvvetinin görüşünün kelâmının hepsinin Hakk’ın olduğunu anladığında kul, o mahalli rahmân sevmezde ne yapar.

Neden sever? Daha evvelce o zuhurları o esmâi İlâhiyyeleri kendi malı olarak kullanıyor iken, o anlayışta iken, sonra bakıyor görüyor ki, aa bunlar benim değilmiş Rahmanınmış rahmanın vekâleti ile bunları kullanıyorum dediğinde, ve malı sahibine ilettiğinde, o zaman sahibide ona güzellikle, ve huzurla bunları kullanma yetkisini vermektedir. Yetkisini vermesi onu sevmesidir.

Anlaşılıyor mu rahmanın kulu sevmesi yani sıfatlarının o mahalden zuhur etmesi rahmanın hoşuna gitmektedir. Çünkü daha evvel benim malım dediği kullandığı, ve rahmaniyete ilgi duymadığı, bağlamadığı, yani kendine mâl ettiği, rahmânın kuvvetlerini, bu sefer idrak edip ya rabbi, ya rahman, bunlar seninmiş sana iade ediyorum, senin vekâletin olarak kullanıyorum, ama sahibi sensin dediği zaman, bu tabiki babaların çocuklarından memnun olması gibi oluyor.

Şimdi diyelim ki bir babanın beş tane çocuğu var. Beş tanede fabrikası var. Çocuklar bu fabrikaları almışlar müdür olmuşlar. Kendileri üretmiş değiller fabrikalar bizim anlayışındalar. Ve kendilerine mâl etmişler kullanıyorlar ve düşünmüyorlar bu mal nereden kimin diye. Hazıra konmuşlar rahatlarına gidiyor. Ayrıca onu nefsani yolda kullanıyorlar. Yemede içmekte gezmekte gibi. .

Ama sonradan birisi diyor ki evlâdım sen bunu sorumsuzca kullanıyorsun ama, bu babanın malıdır. Babandan geçmedir. O da diyor ki, haa öylemi ; iyiki söyledin bak ben bunun farkında değildim, dediğinde ve babasına döndüğünde, baba bu mal seninmiş al diye iade ettiğinde, o babada memnun oluyor. Bakıyor ki ard niyetli değil, ona hadi oğlum sen artk bunu kullan diyerek bu baba çocuktan böylece memnun oluyor. ”Vüdden sevgili muhabbetli oluyor”

Ama diğer çocukları bunu yapmadığından, onlar babalarına sevgili muhabbetli olamıyor. Bakın arada ne kadar büyük fark var. Basit bir misalle bir sahne olsun diye bunu söyledim.

Ayrıca burada bir başka hadise daha var. Bir bakıma radıye-merdıyye mertebesi burada vardır. aslında biz radıye-merdıyye mertebesini bir yönü ile anlamaya çalışmaktayız. Ama bir başka mertebe, aynel yakîn Hakkal yakîn mertebelerideki hükmü değişmektedir.

Şimdi bir esmâi İlâhiyye bir varlıktan zuhura çıktığında, ama bilinçli olarak zuhura çıktığında, o kişi esmâi İlâhiyyeyi zuhura çıkararak Hakk’ını vermek suretiyle, faaliyete geçirdiğinde dengeli olarak faaliyete geçirdiğinde, o esmâ ondan razı olmuş oluyor. Esmâ o varlıktan razı olmuş oluyor.

Yani diyelim, herhangi bir kuldan, zuhur mahallinden bir nuriyet esmâsı zuhura çıktı ve ya, hay esmâsı bir tarafa faydalı olacak şekilde zuhura çıktı. İşte o çıkıp yerini bulup karşı tarafta faaliyete geçtiği zaman o hay esmâsı, daha evvelce batında hükümsüz iken, sadece proje halinde iken, o kişiden zuhura çıkmasıyla hayat bulduğundan, o esmâ o kişiden razı oluyor. Şimdi biz burada ilmi olarak bunu yapıyoruz, âhirette onlar fiili olarak ortaya çıkacaklardır. Bütün ma’nâlar suretlenmiş olarak karşımıza çıkacaklardır.

Eğer yaptığımız fiiller artı fiiller ise, güzel suretler olarak ağaçlar, meyveler, evler, binalar, çiçekler, olarak karşımıza çıkacak eğer yaptığımız fiiller eksi ise, korkunç suretler olarak karşımıza çıkacaklar. Korktuğumuz zaman onlar kişiye, korkma niye korku-yorsun, ben senin fiilinim, amelinim diyecekler, tabi onun geriye döndürülmesi mümkün değildir. . Allah etmesin...

Şimdi kişiye gelmeden, esmâ radiye-razı olmuş oluyor. O kişi o esmâyı zuhura çıkardığı için kişide râzı olunmuş oluyor. Hani râdıye merdıyye nefs mertebeleri var ya, ordan geçerken oradaki mertebenin anlayışı yani Cenâb-ı Hakk’ın o kişiye vermiş olduğu, zor hallere razı olmak o mertebenin halidir.

Başımıza hastalık geldi, ya rabbi razıyım senden ne yapalım bunu sen verdin bunda rahmet vardır, diye artı düşüncelerle olduğunda, o zaman Cenâb-ı Hakk o kulundan imtihanları böyle güzellikle karşıladı diye râzı olmaktadır.

Şimdi bütün peygamberlere velilere bunlar veriliyor verilir. Neden, dayanma güçleri diğerlerinde de zuhura gelsin diye. Eğer peygamberlere bir musibet verilmemiş olsa, o zaman örnek kim olacak, halka verilen bu zorlamaların karşısında örnek nasıl olacak. Evvelâ bir baba yapacak ki çocuğuna örnek olsun her yönden iyilik yönünde de diğer yönlerde de, ya da baba yapmayacak ki çocuk ta yapmasın, çünkü yapmak ta bir fiil yapmamak ta bir fiildir. Yapmadığı halde işlenmeyen bir fiildir. Eksi fiili işlemektense işlememek daha zordur. O halde o da fiildir. Ama ortada görünen bir fiziki hâli olmaz.

Diyelim ki, bir yerde bir kişiye yardım edilecek, merhamet rahmet edilecek, o kişi gitti oraya bilinçli olarak gitti, ve ben Hakk’ın rahman esmâsını yahut cemal esmâsını cemali isimlerinden birisini meselâ reşid ismini ortaya çıkaracağım, yani her mertebeden değil o mertebenin rüşdü. Bir yerden bir kişiye yardım ederken reşit hükmü o mertebedeki rüşd yani değişmiş halini anlatması, ve onun anlatmaya başlaması ile birlikte karşı tarafın fayda sağlaması, reşid isminin o kişiden o fiilden râzı olmasıdır.

O kişide onu zuhura getirdiğinden, merzi yani kendisinden râzı olunmuş olmaktadır. Bu esmâ mertebesindeki isimler mertebesindeki rızalık olmakta aynel yakîn mertebesinde de diyebiliriz.

İlmel yakîn olanı birinci mertebede olan yani Cenâb-ı Hakk’ın kendisine vermiş olduğu zorlamaları huzurla karşılayarak isyan etmeden karşılamasıdır. Bu af’al mertebesi râzıye merdiyye ilmel yakîn halidir.

Bu anlattığım esmâi ilâhiyyedeki râzıye merdiyye aynel yakîn mertebesinde bir de onun Hakkal yakîn halide vardır. O daha ileride bakarız inşallah.

İşte böylece bakın rahmâni hakikatlere ulaşanları rahman sevgili kılar. Neden? Çünkü rahmanın zuhurlarını orada gördüğünden “hayat, ilim, irade, kudret, kelâm, semi, basar,” bu sıfatların rahmânın sıfatları olduğunu bilen kimse olduğu için, ve o şekilde kullanan kimse ve bunları sahibine verip, kendisinin vekâleten kullandığını bilmesi bu anlayış ve idrak yüzünden rahmân ona muhabbet eder.

Diğerleride onun fiillerini isimlerini kullanırlar rahmândan haberleri olmadıklarndan onu arka plâna attıklarından rahmân onlardan razı olmaz. Olunmayan şey de sevilmez.

Anlaşılıyormu bakın “Seyecalü lehümürrahmanü vüdden” Yakında rahman onları sevgili kılar. ”seyecalü” demesinden kastı nedir? Bu mertebeye gelen kişileri rahman bir müddet kontrol eder. Hemen olacak demiyor. Yakında olacak yani tatbikatını görecek gördükten sonra bu mertebeye geldiğini tasdik etmiş olacak ve orada onu sevgili kılacaktır, bu da az bir mertebe değildir. Şimdi şöylece okuyup geçiyoruz ya muhteşem bir şey, ifadesi beşer lisanıyla anlatılacak bir hususiyet değil.

Dördüncü îmân mertebesi: Zat Marifet Mertebesi İmanı:

Bu da Bakara suresi 2 /285 âyet-indende.

Bismillâhirrahmânirrahîm.


Yüklə 0,99 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə