100
onun şekilci-lafızcı yaklaşımı ile, şayet te’vîl kapısı açılacak olursa, bazı sünnetlerin
te’vîl yoluyla devre dışı bırakılması ya da değiştirilmesi endişesinin bulunduğu ve
sonuçta onun bu tavrı ve yaklaşımının nasslardaki lafızların ötesine geçerek, onların
illet ve maksadını esas alan yaklaşımın yeşerip yaygınlaşmasına engel teşkil ettiği
dolayısıyla katı şekilci-lafızcı din anlayışının ortaya çıkışında önemli bir rol oynadığı
belirtilmiştir
471
.
Ş
u halde Şâfiî, nassların te’vilini kabul etmekle birlikte o bu konuda keyfi
yorum ve te’villerin yaşanabileceği endişesi ve düşüncesiyle sınırsız bir te’vile de
salık vermemiştir. Buna rağmen sınırlı da olsa benimsemiş olduğu bu te’vil
anlayışından hareketle onun yeri geldiğinde nassların zahirinden ayrılmayı mümkün
gördüğünü söyleyebiliriz. Zira te’vil, nass da gözetilen gaye ve maksada binaen
nassın lafzî/zahirî anlamından ayrılmayı ve yeni bir anlamlandırmayı ifade
etmektedir.
Burada genel olarak nassların te’vili üzerinde biraz daha durmanın yararlı
olacağı kanaatindeyiz.
M. Edîb Sâlih’in de ortaya koyduğu gibi, fukahâ nassların yorumunda
aslolanın te’vil olmaması gerektiğini ifade etmişlerdir. Eğer asıl manadan ayrılmayı
gerektiren bir durum hasıl olursa bu ancak bir delile dayanarak olur. Dolayısıyla bir
te’vilin geçerli ve doğru kabul edilmesi amacıyla bir takım şartlar ortaya
koymuşlardır. Âmm, tahsisini gerektirecek bir delil bulunmadıkça umumi anlamıyla
alınır, mutlak da onu kayıtlayacak bir delil bulunmadıkça mutlak anlamıyla
yorumlanır. Yine emir sîgası da böyledir. Emrin vücub ifade etmediğini gösteren bir
delil bulunmadıkça, emir sîgası vücub ifade eder. Zahir ise sözden anlaşılan ilk mana
olup, batınî anlamı gerektirecek bir delil bulunmadıkça nassın zahiri anlamından bir
takım batınî anlamlar çıkarılamaz
472
.
Ş
u halde slam hukukçularının tamamı, nassların zahiri anlamından
ayrılmanın ancak bir delile binaen mümkün olacağında görüş birliği içindedir. Ne
varki burada bir başka sorun ve tartışma daha ortaya çıkmaktadır. O da bu delillerin
471
Kırbaşoğlu, “er-Risâle’nin Şekil ve Muhteva Açısından Eleştirisi”, s. 245.
472
Sâlih, Tefsîru’n-Nusûs, I. 372, 380, 382; Şa’bân, slâm Hukuk lminin Esasları, s. 315; Kılıç,
Nassların Lafzî Yorumu, s. 111.
101
mahiyeti ve kapsamıdır. Bu nedenle Fukahâ ve Mütekellimîn ekolüne mensub
alimler arasında, nassın zahiri anlamından ayrılmayı gerektirecek deliller ve
kuvvetleri konusunda ihtilaf hasıl olmuştur. Mesela âmmın haber-i vâhid veya
kıyasla tahsis edilmesini Hanefîler kabul etmezken, Şâfiîler kabul etmektedir
473
.
Dolayısıyla “ mam Şâfiî’nin senedi sağlam bir haber-i vâhide dayanarak Kur’ân’ın
umûmî âyetlerini tahsîs ve takyîd etmeyi kabul etmesi; ayrıca bu haberlerle
Kur’ân’ın hükümlerine ziyadeyi onaylaması karşısında Iraklılar, Kur’ânı tahsîs
edecek haberin meşhûr ve mâ’rûf olmasını, Hicazlılar ise haber-i vâhid’in amel
[Medîne’ki uygulama] tarafından desteklenmesini şart koşmuşlardır”
474
.
Daha önce de sık sık ifade ettiğimiz gibi Şâfiî, nassın zahirinden ayrılmayı
gerektiren delilleri Kur’an sünnet ve icmâ ile sınırlamaktadır
475
. Nitekim bunu onun
hadîslerdeki umûm ve husûsa dair görüşlerinden de anlıyoruz. Ona göre bir delîl
olmadıkça hadîsler umûmi anlamı üzere caridir. Bu konuda net bir şekilde “Hz.
Peygamberden sabit olarak gelen her şey âmmdır. Kitab, sünnet ve cmâ’dan bir
delâlet olmadıkça, Hz. Peygambere ait bir fiilin ona hâss olduğu söylenemez ve Hz.
Peygamberin hadîsiyle yetinilir”
476
demektedir. Bu sözlerinden de onun umûmi
anlamdan ayrılmaya yönelik delilleri Kitap, sünnet ve cmâ olarak sınırladığı açıkça
görülmektedir. Buna göre o mesela istihsan ve maslahat vs. gibi delilleri buna dahil
etmemektedir. Halbuki bu konuda meselâ Hanefî ve Mâlikî hukukçular Şâriin
nassdaki mana ve maksadını tesbite yönelik Kur’an, sünnet, icma ve kıyasın yanısıra
akıl, istihsan, ıstıslah, sedd-i zerîa, hikmet-i teşri, genel ilke/kural vs. gibi daha geniş
bir deliller yelpazesi oluşturmuşlardır. Zira tevîl, nasslar üzerinde re’yle ictihadda
bulunmanın bir şekli olup, muctehid burada başka bir nass, genel kural ve hikmet-i
teşriî gibi daha güçlü bir delile dayanır ve lafzı zahiri anlamından başka bir anlama
hamleder. Zira ona göre dayandığı bu delil kasdolunan manayı göstermekte ve bu
zann-ı galibe göre Şâri’in iradesini belirten hüküm olmaktadır
477
. Ancak Şâfiî’nin
473
Sâlih, Tefsîru’n-Nusûs, I. 383.
474
Aktepe, Şâfiî’de Sünnet, s. 181.
475
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi o kısmen de olsa bu üç delile kıyası da eklemektedir. Bkz.
Ş
âfiî, Umm, VI. 287.
476
Şâfiî, Umm, VII. 318.
477
Duraynî, el-Menâhicu’l-Usûliyye, s. 30; Sâlih, Tefsîru’n-Nusûs, I, 384.
102
te’vili mümkün kılan deliller arasında nass ve icmâya öncelik tanımış olması onun bu
konuda daha dar ve sınırlı bir yaklaşıma sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Ş
âfii’nin nasslardan hüküm çıkarma işleminde kıyas ve re’ye yer vermesi
de onun nassların te’vilini benimsediğine bir delildir. Zira Şâfiî, yöntem olarak her
hangi bir konuda Kitab, sünnet ve icma’ya dayanan bir nass bulunmadığında genel
olarak ‘ma’kûl’e(akla) özellikle de kıyasa
478
başvurmuştur
479
. Şâfiî’nin bu yöntemi de
onun nassların zahirî anlamından ayrılabildiğine, daima lafza bağlı kalmadığına ve
nassların amacına da baktığına bir delildir. Zira kıyasla nasslara işlerlik
kazandırılmakta ve onların yeni olay ve durumlara tatbikini mümkün kılmaktadır. Bu
da Şâfiî’nin katı zahirî bir yönteme ve aşırı lafza bağlı bir düşünceye sahip
olmadığını göstermektedir.
Nitekim Şâfiî’nin, zaman zaman lafza bağlı kalmayıp bunları zahirî
anlamları dışında değerlendirmeye daha çok birbiriyle tearuz arzeden ihtilaflı
hadîslerin arasını bulma ve bunları te’vil etme amacıyla başvurduğu görülmektedir.
Dolayısıyla o bu tür hadîslerin arasını bulurken gerektiğinde hadîslerin zahirî
anlamından ayrılan ve onları daha makul bir anlama te’vil eden yaklaşımlarda
bulunmuştur.
Takıyyuddîn es-Subkî’nin (ö. 756) mam Nevevî’den (ö. 676) naklettiğine
göre, Şâfiî, bir çok hadîsin zâhiri ile amel etmemiştir. Fakat o, bu konuda hadîsle
ilgili bir ta’n (kusur), nesh, tahsîs, te’vîl vb gibi bir delil nedeniyle bu şekilde hareket
etmiştir
480
. Şu halde, sayılan bu durumlar bulunmadığında Şâfiî hadîsin zahiri ile
amel etmiş olmaktadır. Dolayısıyla Şâfiî, htilâfu’l-Hadîs’te ihtilaflı hadîslerin
arasını uygun bir şekilde cem etmiş ve açıklamıştır
481
.
Ş
afi’ye göre aslında Hz. Peygamberin her işi, uyum halindedir, doğrudur;
ve onda çelişki yoktur
482
. Yine Şâfiî’ye göre birlikte uygunlanmaları mümkün olduğu
sürece, iki hadîs arasında çelişkinin varlığından bahsedilemez. Birbiriyle ihtilaflı iki
478
Şâfiî’ de bunun bir sıralaması için bkz. Şâfiî, Risâle, 275 (no. 1468). Krş, Şâfiî, er-Risâle, thk.
A. Muhammed Şâkir, 508. Şâfiî’nin kıyas ve ma’kûl ile ilgili yaklaşımına ayrıca değinilecektir.
479
Ebû Suleyman, Menheciyyetu’l- mâm eş-Şâfiî, s. 54..
480
Subkî, Ma‘nâ Kavli’l- mâmi’l-Muttalibî, s. 108-109.
481
Subkî, A.g.e., s. 118-119.
482
Şâfiî, Risâle, 126 (no. 574).
Dostları ilə paylaş: |