28
1960’lardan günümüze kadar olan sürece baktığımızda; Video Sanatı’nın,
günümüz
sanat dünyasında, neredeyse en geçerli ifade biçimlerinden birine dönüşerek
varlığını sürdürdüğünü görürüz. Bu çalışmada, kısaca özetlenen video-sinema
etkileşimi çerçevesinde değinilemeyecek kadar çok sayıda video eser, müzelerdeki
ve koleksiyonlardaki yerini almıştır. Ancak Pascal Bontizer’in, video ve sinemayı
karşılaştırarak, video hakkında geliştirdiği çözümlemelerin de işaret ettiği gibi, sinema
ile videonun doğası birbirinden farklıdır:
“Sinemada olaylar her zaman geri döndürülemez niteliktedir,
“geriye dönüş” etkileri yaratma çabaları bile bunu kanıtlar.
Videoda
hiçbir şey, geriye döndürülemez değildir, çünkü her şey
dairevi, her şey geçicidir; cismani olmayan cisimler sayfa düzeninin
keyfine göre havaya uçurulur ve yeniden oluşturulur. … Video
renk farklarını tanır, ışıklandırma çeşitlerini bilmez. Video öykü
anlatmaz, küçük bir görsel şiir, bir haiku geliştirir (ya da Godard’da
görünür olan üstüne felsefe yapar)” (Bontizer 2006: 33-36).
Plastik sanatların sinema disiplininden hangi yöntemlerle yararlandığına dikkat
çektiğimiz bu satırlardan sonra, sinemanın plastik sanatlardan ne şekilde yararlandığını
araştıran ve analiz eden çalışmalara değineceğiz. Yapılan çalışmaların basım
tarihlerini
dikkate alarak baktığımızda, konunun, sinema kuramcıları arasında, özellikle 1980’li
yıllarda ilgi uyandırdığı dikkat çeker: Pascal Bonitzer,
Peinture et cinéma (Resim ve
Sinema) (1985), Jacques Aumont,
L’oeil interminable. Cinéma et peinture (Sonsuz
Göz. Sinema ve Resim) (1989), Raymond Bellour, Cinéma et peinture (Sinema ve Resim)
(1990), Luc Vancheri,
Cinéma et peinture: passages, partages, présences (Sinema ve
Resim: Pasajlar, Paylaşımlar, Katılımlar) (2007).
Yukarıda birkaç örneğini sunduğumuz bu çalışmalar arasında,
sinema ve sanat tarihi
kuramcılarının, üstünde en çok tartıştıkları ve atıfta bulundukları kitaplardan biri
Anne Hollander’a, diğeri ise Angela Dalle Vacche’ye aittir. Anne Hollander,
Moving
Picture (Hareketli Resim) adlı kitabında, 15. ve 16. yüzyılın büyük ustaları olan Van
Eyck, Dürer ve Bruegel’den başlayarak, modern sanata kadar uzanan süreçte, Avrupa
sanatı içinde yer alan sanatçıların yapıtlarının, filmlerde nasıl kullanıldığını çözümler.
Sanatı yüceltirken, sinemaya karşı eleştirel bir yaklaşımı benimseyen Hollander (1989:
9), sinemanın, figüratif sanat tarihinin
bir sentezini yaparak, bu tarihi kendi teknik
olanaklarıyla zenginleştirdiğini ve kameranın dinamizmiyle birleştirerek bir kapsül
halinde sunduğunu belirtir. Sinemanın, resimlemenin en yeni formu olduğunu ifade
eden Hollander, sinemanın sanat tarihi mirasını kullanmasını şu sözlerle eleştirir:
“Büyük bir bebek olan sinema, diğer disiplinlere, geçmişin sanatını
bugünün gözlerine nasıl uyarlayacağını, nasıl yansıtacağını, nasıl
içine alıp özümseyeceğini ve ileriye taşıyacağını, ihtiyacı olanı nasıl
kavrayıp tutacağını ve bir gurme seçkisiyle, süprüntü karışımını,
şükran duymaksızın yiyerek, önüne geçilmez
enerjisiyle serpilip
geliştiğini göstermektedir. Ticari fotoğrafçılığın yaptığı gibi, film
ve televizyon ekranları da, Manet’den Goya’ya, Velazquez’den
29
SANAT YAZILARI
22
Vermeer’e, Turner’dan Church’a ve Bierstand’a kadar pek çok
sanatçının yapıtlarından teklifsizce koparılıp alınmış imgelerle
doludur. ” (Hollander, 1989: 9).
Hollonder’ın sanat ve sinema arasındaki etkileşim hakkındaki yaklaşımını, Angela
Dalle Vacche
Cinema and Painting: How Art Is Used in Film (Sinema ve Resim:
Film Sanatı Nasıl Kullanır) adlı kitabında tartışmaya açar. Vacche (1996: 8), Platon’un
mağara duvarında titreyen gölgelerden başlayarak, sanat tarihinin başlangıcından
bugününe, sinema için prototip oluşturan sayısız imgenin var olduğunu belirtir.
Hollander’in, sadece Kuzey Avrupa resminin filmler üzerindeki etkisini sorgulamış
olmasından dolayı, dar bir bakış açısı sunduğuna dikkat çeken Vacche (1996: 11), eğer
Hollander’ın yaklaşımının doğru olduğu kabul edilecek olursa, resimle sinema arasındaki
karşılaştırmaların zenginliğini yitireceğini ve dar bir bakış açısıyla sınırlı kalacağını ifade
eder (1996: 9).
Bu nedenle Vacche, Hollander’ın tersine, kendisinin, resimden filme
değil, filmden resme doğru olan akışı keşfetmeye çalıştığını söyler. Kitabında, Vincente
Minnelli’nin
An American in Paris (Paris’te Bir Amerikalı), Michelangelo Antonioni’nin
Red Desert (Kırmızı Çöl), Eric Rohmer
The Marquise of O (O Markizi), Jean-Luc Godard
Pierrot Le Fou (Çılgın Pierrot), Andrei Tarkovsky’nin
Andrei Rublev, F. W. Murnau’nun
Nosferatu, Kenji Mizoguchi’nin
Five Women around Utamaro (Utumaro’nun Çemberinde
Beş Kadın) ve Alain Cavalier’in
Therese, filmlerini çözümleyen Vacche, çalışmasını,
yönetmenlerin resimleri yorumlayış tarzlarını, imge ve söz diyalektiğini, cinsiyet
farklılığıyla sanatsal yaratıcılık arasındaki ilişki ve gelenekle modernite arasındaki
gerilimi sorgulayarak zenginleştirir.
Sanat eserlerinin sinemada nasıl kullanıldığını çözümleyen yapıtların yanı sıra, sanatçı
biyografilerinin sinema filmlerine nasıl uyarlandığını sorgulayan yapıtlar da sinema-
sanat ilişkisini sorunsallaştıran yeni yaklaşımlardır. John Albert Walker’ın
Art And
Artists on Screen (Perdede Sanat ve Sanatçı) adlı kitabı, hem Rembrandt,
Henri de
Toulouse Lautrec, Vincent van Gogh, Michelangelo, Caravaggio, Paul Gauguin, Camille
Claudel gibi sanatçıların hayatlarını anlatan filmleri, hem de Peter Greenaway gibi,
aynı zamanda yönetmen olan sanatçıların filmlerini tartışır. 19. yüzyılda, sanatçıların
yaşam öykülerinin yazılmaya başlandığını ve bu sanatçı-romanlarının 20. yüzyılda
“bestseller”a dönüştüğünü belirten Walker (1993: 193), 1930’lardan itibaren sinemaya
uyarlanan
bu metinlerin, bazı sanatçıları popüler bir mit’e dönüştürdüğünü belirtir.
Walker, beyaz, erkek ve Avrupalı bir kimlik üzerine inşa edilen bu dahi sanatçı kültünün,
eksik bir sanat tarihi bilgisiyle, klişe bir yaklaşımla, gelişi güzel bir uyarlamayla yazılıp
görselleştirildiğini iddia eder. Bu biyografilerde kullanılan resim ve heykellerin bile,
zaman zaman filme konu olan sanatçıya ait olmadığını belirten Walker (1993: 194),
çalışmasında tespit ettiği en önemli noktanın, kitle iletişim araçlarının, sanatı ve
sanatçıyı sunarken, orijinalini “lekeledikleri” yönündedir.