84
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
yunçtur (vicdan). Şeylerin yasalarını
bildiğinde onları dönüştürebildiğini
gören insan, kendi varoluşundaki il-
keleri ve yasaları bildiğinde kendini
de dönüştürebileceğini düşünmüştür.
Kadim öğretilerden ve peygamberle-
rin insanları davet ettikleri dinlerden
günümüze kadar gelen yazılı ve sözlü
kaynaklarda geçen bu yasalara artık
kolayca erişilebildiğinden, isteyen
herkes bu konuda bilgi sahibi olabil-
mektedir. Fakat bütün bunları çok iyi
biliyor olmak, yapabiliyor olmak an-
lamına gelmediğinden, bilmek dünya
üzerinde beklenen ahlâki dönüşümü
sağlamaya yetmemiştir. Bilmedeki
sınırsızlık, yapabilmedeki sınırlılıkla
karşılaştığında, bu sınır bilince ayna
olur. Bilinç, bildiklerinin onu dönüş-
türüp dönüştürmediğini vicdan ay-
nasına baktığında görür. Fakat gören
ahlâkımızdır. Hakikatlere daima kendi
ahlâkımızın gözlerinden baktığımız
için onun aslını görmekte zorlanırız.
Bu yüzden hakikate dair anlatılanları
duyarız ama ne anlatılırsa anlatılsın
kendi ahlâkımıza göre anlarız.
İnsan, anlayışlarına edimleri ile edim-
lerine ise ereği ile sınır çizer. Fakat
ereğinin ne olduğu ancak eylemlerin-
de açığa çıkar. Çünkü gerçek erek giz-
lenerek başka bir erek ortaya konuldu-
ğunda bunu anlayabilmenin tek yolu,
söylenen ereklerle ortaya konulan
eylemler arasında bir tutarlılık olup
olmadığına bakmaktır. Diyebiliriz ki
eylem, hakikat ile yalan arasındaki
sınırdır. Çünkü söylenenlerden an-
ladıklarımız, çoğunlukla kendi öznel
çıkarsamalarımızdır. Karşımızdakinin
niyetine, kendi iyi veya kötü niyetimi-
zi yükleyerek, onu olduğundan farklı
yorumlarız. Ama eylemlerinin, bizim
ona yüklemiş olduğumuz niyetten ya
da onun bize söylemiş olduğu ken-
di niyetinden farklı sonuçlar ortaya
koyduğunu gördüğümüzde, yalan
söylediğini anlarız. Kısaca, olayları
ve kişileri objektif olarak ele almak
yerine, onları kendi kişisel özellikle-
rimize göre değerlendirdiğimiz sü-
rece yanıltıcı sonuçlarla karşılaşırız
ve bazen iyi niyetli birini kötü olarak
değerlendirmemizin ya da kötü niyetli
birini iyi niyetli zannedişimizin üzün-
tüsünü duyarız. Kimi zaman bu zanla-
rımız yüzünden uğradığımız zararları
telafi edebiliriz fakat kimi zaman da
özgürlüğümüzü kaybedecek kadar
ağır bedeller öderiz. Örneğin, genel
seçimlerde iktidara talip olanlar hak-
kında vereceğimiz yanlış bir kararın
sonuçlarının nelere sebep olabilece-
ğini ele alalım. Dünyanın her yerin-
de, iktidarı ele geçirmek isteyenlerin
ortak noktası, toplumun beklentilerine
göre vaatlerde bulunarak, onları, ikti-
dara geldiklerinde bu vaatleri yerine
getirebileceklerine inandırmaktır.
Diğer bir deyişle, mitinglerde ortaya
koydukları projeler ile kendi çıkarları
için değil halkın çıkarları için çalışa-
caklarına, toplumu ikna etmeye ça-
lışmaktır. Fakat iktidara talip olanlar,
halka onların istediği gibi görünmek
adına, kendi niyetlerini örten bir mas-
ke taktığında, hakikatin ölçütü olarak
vaatlerin değil eylemlerin yasallığına
bakmak gerekecektir. Çünkü vaadi
özgürlük olup, ereği diktatörlük olan
bir liderin bu gizli niyetini anlayabil-
menin yolu, onun eylemlerini kendi
hüsnü zannımıza göre değil, tümel
ilkelere ve yasalara göre yorumlaya-
bilmektir. Nitekim seçim vaatlerinde
insanların aklına hitap etmeyi tercih
edenler, eylemlerini yasalarla destek-
lemek mecburiyetindedirler.
Varoluşlarını yasa dışı eylemlerle des-
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
85
tekleyenler ise insanların duygularına
hitap etmeyi seçerler. Böylelikle gele-
neklerine ve inançlarına dokunarak bir
nevi kalplerine dokundukları insanlar-
la, kendi aralarında sarsılmaz bir bağ
kurma yoluna giderler. Çünkü duygu
bağı, hataları görmezden gelmeyi ve
affetmeyi sağlayan en güçlü akıl ba-
ğıdır. Dolayısıyla aklı bağlayıcı ve
köreltici bir nitelik taşır. Duygularıyla
hareket eden kitleleri etkilemek kolay-
dır. Böylelikle özüne sahip olmayıp,
sözüne sahip oldukları bir tinsellikle,
duygularının etkisi altındaki geniş
kitlelere tesir ederek, onları her türlü
yasa dışı eylemlerinin yasallığına ikna
eden siyasi erkler, yarattıkları ilkesiz
ve yasasız toplumun yasası kendileri
olurlar. Bu sebeple keyfi diktatörlerin
yönetimi altında kaybedilen özgürlük-
ler, telafisi olmayan bedellere en güzel
örnektirler. Dolayısıyla siyasi seçim-
lerde karar verirken, duygular yerine
aklı referans almak demek, aslında
toplumdaki özgürlükleri, güvenliği ve
düzeni teminat altına almak demektir.
Ne var ki dinin yanlış anlaşılması,
onun kendi gayesi dışındaki siyasi
amaçlar için kullanılmasına zemin
hazırlamıştır. Bunun farkına varılama-
yışı, tedbir almayı engellediğinden, is-
tismarlar daha da artmıştır. Bunlardan
biri de dinlerin çoğaltılmasıdır. Farklı
dinler olduğu zannı, insanların kemâ-
le giden yoldaki bütün ara aşamaları,
nihai kemâl noktası sanmalarından
kaynaklanmıştır. Mezhepler ve tari-
katlar ise dinlerin içeriklerinin herkes
tarafından farklı şekilde yorumlan-
masından ortaya çıkmıştır. Din eğer
ki peygamberlerin tebliğ ettikleri gibi
anlaşılabilseydi, bugün doğu ve batı
dinleri diye ayrılan tüm inancaların,
aslında tek bir dinin insan bilinci ev-
rilinceye kadar geçen süre içinde aldı-
ğı farklı formların, aynı peygamberin
ömrüne sığmayacak denli geniş bir
zamana yayılmasının gerekliliğinden
doğan ihtiyacın, zorunlu olarak farklı
peygamberler ile karşılanacağının an-
laşılması gerekirdi. Böylece her pey-
gamberin, bir ve aynı dinin gelişmesi-
ne yardım eden sürecin, farklı bir kıpı-
sı olduğunun bilinmesi sayesinde din,
gerçek amacına ulaşarak parçalanmış
bir bilinç yaratmak yerine onun bü-
tünlendiği bir şuur haline gelecektir.
Bu sayede dini savaş unsuru olarak
kullanmak isteyenlerin, onu çoğalta-
rak tahrif etmelerinin önüne geçilmesi
mümkün olabilir.
Günümüzde din, savaşın da barışın da
sınırlarını tayin edebilecek güçtedir.
Bu sebeple doğru anlaşılması gereken
önemli bir müessesedir. İnsanda ek-
sikliklerin olmadığı bir mükemmellik
fikrinin yani Tanrı bilincinin gelişme-
sini sağlayan din, kişinin kendisini
hangi referansa göre inşa etmesi ge-
rektiğinin bilgisidir. Bu anlamda kim-
liğin yani ben bilincinin varabileceği
son sınır olan Tanrı bilincinin, nefsâni
arzuların boyunduruğu altında belirle-
nişinin önüne geçilmesi elzemdir.
Sınır kavramını zaman bağlamında
ele alacak olursak; şimdi, geçmiş ile
gelecek arasında bir sınırdır. Çünkü
ancak şimdiden öncesi ezelî ve şimdi-
den sonrası ebedîdir. Fakat reel olarak
insan daima şimdide olduğu için geç-
mişi ancak hafızasında, geleceği ise
hayallerinde ve projelerinde yaşayabi-
lir. Bu sebeple geçmişten edindiğimiz
tecrübelerin belirlediği şimdiki bakış
açımız, geleceğimizi belirleyen yaz-
gımızdır. Fakat yazgımızı kendimizin
belirlemesi, gerçek bir özgürlük değil-
dir. Önemli olan bakış açımızın nasıl
belirlendiğidir. Kuşkusuz ki, arzuları-
nın kölesi haline gelen biri de, yazgı-
sını kendi belirliyor olacaktır. Ama bu
onun özgür olduğu anlamına gelebilir
mi? Ya da irade ve ihtiyar sahibi biri,
tam anlamıyla özgürdür denilebilir
mi?
Aslında özgürlüğe sınır koymak, öz-
gürlük kavramının kendisine aykırıdır.
Fakat sınırsız bir özgürlüğe sahip olan
da yalnızca Tanrı’dır. Bizim içinde
bulunup da değiştiremediğimiz pek
çok koşul, özgürlüğümüzün önünde
sed olur. İnsan ancak hayallerinde
özgürlüğü bulur; ki Tanrı’nın özgürlü-
ğü ile bizim özgürlüğümüz arsındaki
farklardan biri de budur. O, Kâinatta
hayal ettiği her şeyi gerçekleştirmek-
tedir. Biz ise O’nun gerçekleştirmiş
olduklarına bakarak hayal etmekte-
yizdir. Tıpkı bir kuşun kanatlarından
ve koşmakta olan bir attan esinlenerek
Pegasus’u hayal etmemiz gibi.
Sınır kavramını coğrafi açıdan ele
aldığımızda, henüz Kâinat’a bir sınır
konulamasa da, içinde yer alan her
gezegen gibi dünyamızın da bir sını-
rı olduğunu görürüz. Ne var ki insan
dünyanın birliğini ve bütünlüğünü ko-
ruyan bu fizikî sınırları, savaşlarla ve
gasplarla 194 eşitsiz parçaya bölerek,
ona bir de siyasi sınırlar çizmiştir. İn-
sanın koyduğu bu sınırları savaşlarla
ihlâl etmesinin sebebi, içgüdülerine
bir sınır koyamamasıdır. Hak ve hu-
kuk tanımadan ölçüsüz arzularının
peşinden koşan ve onları elde etmek-
te sınır tanımayan birinin gasp ettiği
haklar ve ihlâl ettiği sınırlar, toplumda
nice maddi ve manevi kayıplara yol
açar. Fakat bu, emrinde ordular olan
bir devlet başkanı olduğunda, karşı-
mıza daha da ağır sonuçlar çıkar. Do-
layısıyla insan önce kendine bir sınır
koymalı, başkalarının fiziksel ve tinsel
bütünlüğüne ait olan mahfuz haklarını
ihlâl etmekten kendini alıkoymalıdır.
Bunun bir diğer adı, edep ve erkân
sahibi olmaktır. Çünkü resmiyet erkân
ile samimiyet ise edep ile sınırlandı-
ğında hak ihlâlleri son bulur. Taciz,
hakaret, kaba kuvvet, gasp etme, iş-
kence ve katletme her ne sebeple vuku
bulursa bulsun, asıl nedeni edebin
yoksunluğudur.
Kuşkusuz ki dünya barışını sağlamak,
var olan ülke sınırlarını korumakla
mümkündür ama bunun olabilmesi
için öncelikle insanın kendi hadsizli-
ğine bir sınır koyması gerekir. Çünkü
dünya toprakları içinde barışın yeşe-
rebileceği tek toprak, insan bedenidir.
Tohumu ise edeptir. Bu sebeple felse-
fede, ideolojide, sosyolojide ve daha
pek çok disiplinde yüzyıllardır aranan:
sorusunun
cevabı tasavvuf ıstılahında gizlidir:
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni
Dostları ilə paylaş: |