Dan Brown Da Vinci Şifresi



Yüklə 1,86 Mb.
səhifə2/36
tarix10.11.2017
ölçüsü1,86 Mb.
#9407
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   36


"Söyledikleri rastlantı olamayacak kadar birbirini tutuyor."

Heyecanlı bir nefes sesi. "Mükemmel. Kardeşliğin gizlilik konusundaki namının devam etmesinden korkmuştum."

"Ölüm korkusu güçlü bir motivasyon aracıdır."

"Pekâlâ öğrencim, bana bilmem gerekeni söyle."

Silas kurbanlarından topladığı bilginin şok etkisi yaratacağını biliyordu. "Öğretmen'im, dördü de def de voûte'nin var olduğunu doğruladılar... efsanevi kilit taşının."

Telefonun diğer ucundaki hızlı nefes alışı duydu, Öğretmen'in heyecanını hissedebiliyordu. "Kilit taşı. Aynen tahmin ettiğimiz gibi."

İlme göre, kardeşlik taşın -bir def de voûte'nin... ya da kilit taşının-kardeşliğin en büyük sırrının nihai mevkiini gösteren gravürlü bir tabletin haritasını yapmıştı... bu bilgi o kadar güçlüydü ki, onun korunması kardeşliğin varoluşunun sebebi haline gelmişti.

Öğretmen, "Kilit taşına sahip olduğumuzda," dedi. "Yalnızca bir adım kalmış olacak."

"Düşündüğünüzden daha yakınız. Kilit taşı burada, Paris'te."

"Paris'te mi? İnanılmaz. Fazlasıyla kolay."

Silas o akşam daha önce meydana gelenleri anlattı... kurbanlarının dördünün birden, ölmeden saniyeler önce, sırlarını açıklayarak Tanrımız yaşamlarını nasıl çaresizce geri almaya çalıştıklarını. Her biri Silas'a tıpatıp aynı şeyleri söylemişti -kilit taşı, Paris'teki eski kiliselerden birinin içine ustalıkla saklanmıştı- Saint-Sulpice Kilisesi'ndeydi.

Öğretmen, "Tanrı'nın evinin içine," diye çığlık attı. "Bizimle nasıl da dalga geçmişler!"

"Yüzyıllar boyunca yaptıkları gibi."

Öğretmen bu zafer anını iyice hazmedebilmek için bir süre sessiz kaldı. Sonunda konuştu. "Tanrı'ya büyük bir hizmette bulundun. Bunun için yüzyıllardır bekliyoruz. Taşı benim için ele geçirmelisin. Hemen. Bu gece. Tehlikeleri biliyorsun."

Silas sayısız tehlike olduğunu biliyordu ama Öğretmen'in buyruğunu yerine getirmek olanaksız gibiydi. "Kilise kale gibidir. Özellikle de geceleri. İçeri nasıl gireceğim?"

Öğretmen muazzam nüfuzu olan birinin kendinden emin sesiyle yapılması gerekenleri açıkladı.

21

Dan Brown



Silas telefonu kapattığında, teni beklentinin heyecanıyla ürperiyor-

du.


Bir saat, dedi minnetle kendine, neyse ki Öğretmen ona, Tann'nın evine girmeden önce günah çıkartacak vakti tanımıştı. Ruhumu bugün işlediği günahlardan arındır/nalıyım. Bugün işlediği günahların kutsal bir amacı vardı. Yüzyıllardır Tanrı'nın düşmanlarına karşı savaş açılıyordu. Bağışlanacağı vaat edilmişti.

Öyle bile olsa, Silas günahlarının bağışlanması için fedakârlıkta bulunması gerektiğini biliyordu.

Perdeleri kapatarak, soyundu ve odanın ortasında diz çöktü. Başını aşağı eğerek, kalçasının etrafına dolanan keçe kemere baktı. Tarık'ın tüm sadık müritleri bu aleti takarlardı, İsa'nın çektiği acıları hatırlatacak cinsten, ete sürekli batan sivri metal kancalarla dolu, deri bir kayış. Aletin verdiği acı, aynı zamanda bedenin arzularına hâkim olmasına da yarıyordu.

Silas keçeyi o gün, gerekli görülen iki saatten daha fazla taktığı halde, bunun sıradan bir gün olmadığını biliyordu. Tokayı kavrayarak, bir diş geri çekince, etine daha fazla batan kancalar yüzünden irkildi. Yavaşça nefes vererek, ıstırabının arındırıcı ayininin tadını çıkarttı.

Acı iyidir, diye fısıldadı Silas. Peder Josemarfa Escrivâ'nın -Öğretmenlerin Öğretmeni- kutsal mantrasını tekrar ediyordu. Escrivâ 1975 yılında öldüğü halde hikmeti devam ediyor, sözleri yere diz çöküp "bedensel çile" diye bilinen kutsal ibadeti yerine getiren binlerce sadık hizmetkâr tarafından fısıldanıyordu.

Silas artık dikkatini, yerde yanında düzgünce sarılı duran, düğümlü ağır ipe vermişti. Cezalandırma. Düğümler, kurumuş kanla katılaşmıştı. Kendi ıstırabının etkilerini temizlemek isteyen Silas hızlı bir dua okudu. Ardından, ipin bir ucundan tutarak gözlerini kapattı ve omzunun arkasından sertçe indirirken, düğümlerin sırtına çarpmasını hissetti. Yeniden kendini kırbaçlayarak, omzunun arkasına kuvvetle vurdu. Kamçı darbelerini tekrar, tekrar indirdi.

Bedeni cezalandırma.

Sonunda kanın aktığını hissetti.

22

Da Vinci Şifresi



Citroen ZX, Opera Binası'nın ve Vendöme Meydam'nın önünden geçip, güneye ilerlerken, kuru nisan havası camdan içeri giriyordu. Yolcu koltuğunda oturan Robert Langdon, düşüncelerinden arınmaya çalışırken, şehrin kendisini fazlasıyla yorduğunu hissediyordu. Tıraş olmak ve duş almak görüntüsünü adama çevirmişti, ama endişesini gidermeye pek yaramamıştı. Müze müdürünün cesedinin ürkütücü görüntüsü aklından çıkmıyordu.

Jacques Sauniere öldü.

Langdon, müze müdürünün ölümüyle büyük bir kayba uğradığını hissediyordu. Sauniere münzevi bir yaşam sürmekle tanınmasına rağmen, sanata olan tutkunluğu onu saygın bir adam haline getirmişti. Poussin ve Teniers'in tablolarındaki gizli şifreler hakkında yazdığı kitaplar, Lang-don'ın en sevdiği ders kitaplarıydı. Langdon bu akşamki görüşmeyi dört gözle beklemiş ve müze müdürünün gelmemesi onda hayal kırıklığı yaratmıştı.

Müze müdürünün cesedinin görüntüsü bir kez daha zihninde canlandı. Bunu kendine Jacques Sauniere mi yaptı? Langdon görüntüyü zihninden atmak için kendini zorlayarak, başını çevirip pencereden dışarı baktı.

Dışarıdaki şehir uyanmaya başlıyordu, sokak satıcıları, badem şekerlemesi arabalarını sürüyor, garsonlar çöp torbalarını kaldırım kenarına taşıyor, geceden kalma âşıklar yasemin kokuları taşıyan meltemde üşümemek için birbirlerine sokuluyorlardı. Citroen kaosun içinden yetkiyle geçerken, iki tonlu ahenksiz sireni trafiği bıçak gibi yarıyordu.

23

Dan Brown



Otelden ayrıldıklarından beri ilk kez konuşan ajan, "Yüzbaşı, bu akşam Paris'te bulunduğunuzu öğrenmekten son derece memnun," dedi. "Çok talihli bir tesadüf."

Langdon talihli olmak dışında her şeyi hissediyordu, ayrıca tesadüf, kesinlikle güvenmediği bir kavramdı. Hayatını, farklı amblemlerle ideolojilerin birbirleriyle gizli bağlılıklarını keşfetmekle geçiren biri olarak Langdon dünyayı birbirine iyice dolanmış tarihin ve olayların bir ağı gibi görüyordu. Bağlantılar görünürde olmayabilir, diye sık sık tekrarlardı. Harvard'daki simgeleme derslerinde, ama her zaman oradadırlar, yüzeyin hemen altına gömülmüşlerdir.

Langdon, "Sanırım," dedi. "Size kaldığım yeri Paris Amerikan Üniversitesi mi söyledi?"

Şoför başını iki yana salladı. "Ihterpol."

Interpol, diye düşündü Langdon. Elbette. Avrupa'daki tüm otellerde giriş sırasında pasaport sormanın formaliteden daha fazlası olduğunu unutmuştu, kanunlar böyleydi. Tüm Avrupa'da herhangi bir gece, Interpol yetkilileri kimin nerede uyuduğunu tam olarak tespit edebilirlerdi. Herhalde Langdon'ı Ritz'de bulmak topu topu beş saniyelerini almıştı.

Citroen şehrin güneyine doğru ilerlerken, sağ taraftan gökyüzüne uzanan Eyfel Kulesi'nin aydınlatılmış silueti belirdi. Onu görünce Langdon, Vittoria'yı düşündü. Bir yıl önce, her altı ayda bir, dünyadaki romantik yerlerden birinde buluşmaya söz vermişlerdi. Langdon, Eyfel Kulesi'nin bu listede yer alacağını tahmin ediyordu. Ne yazık ki, Vittoria'yı en son Roma'daki gürültülü bir havaalanında öpeli bir yıldan fazla oluyordu.

Ajan yana dönerek, "Ona bindiniz mi?" diye sordu.

Langdon başını kaldırıp ona göz atarken, yanlış anladığına emindi. "Affedersiniz anlayamadım?"

"Harika, öyle değil mi?" Ajan ön camdan Eyfel Kulesi'ni gösteriyordu. "Ona bindiniz mi?"

Langdon gözlerini devirdi. "Hayır. Kuleye çıkmadım."

"Fransa'nın sembolüdür. Bence mükemmel."

Langdon dalgın bir edayla başını salladı. Simgebilim uzmanları genellikle Fransa'nın -maçoluk, zamparalık, Napolyon ve Cüce Pepin gibi

24

Da Vinci Şifresi



tehlikeli, kısa boylu liderlerle tanınan bir ülkenin- üç yüz metrelik penisten daha uygun bir ulusal amblem seçemeyeceğini söylerlerdi.

Rue de Rivoli kavşağına vardıklarında kırmızı ışık yanıyordu ama Citroen durmadı. Ajan sedanı gazlayarak, ünlü Tuileries Bahçeleri'nin -Paris'in Central Park'ı- kuzey girişi olan Rue Castiglione'nin ağaçlıklı bir bölgesine doğru sürdü. Pek çok turist, yanlış bir tercüme yaparak Jardins des Tuileries ismini burada açan binlerce laleye atfederlerdi ama aslında Tııileries'in, daha az romantik bir adı vardı. Bir zamanlar bu park, Paris'li müteahhitlerin şehrin ünlü kırmızı kiremitlerini -ya da tuiles- üretmek için kil çıkardıkları devasa bir kazı alanıydı.

Sessiz parka girdiklerinde ajan kontrol panelinin altına uzanarak, acı acı öten sireni kapattı. Langdon ani sessizliğin getirdiği huzurla rahat bir nefes aldı. Arabanın dışında, tekerleklerin engebelerden geçerken çıkardığı çıtırtılı ses uyutucu bir ritim yaratırken, halojen farların soluk ışığı çakıllı bulvarın üstünde gezindi. Langdon her zaman Tuileries'in kutsal bir yer olduğunu düşünmüştü. Burası, Claude Monet'nin biçim ve renkle oynadığı ve gerçek anlamda Empresyonist akımın doğuşuna ilham veren bahçelerdi. Bu gece ise her nedense garip bir şekilde, kötü bir şeylerin habercisi gibiydi.

Citroen batıya yönelerek, parkın merkez bulvarına doğru, sola sapmıştı. Şoför yuvarlak bir gölcüğün etrafından kıvrılıp, ıssız bir caddeden geçerek, arka taraftaki geniş avluya kestirmeden gitti. Langdon şimdi Tuileries Bahçeleri'nin dev bir taş kemerle belirlenmiş bittiği yeri görebiliyordu.

Arc du Carrousel.

Arc du Carrousel'de bir zamanlar yapılan alemlere rağmen, sanat tutkunları bu yere bambaşka bir sebepten ötürü önem verirlerdi. Tuileries'in sonundaki kordondan dünyanın en iyi sanat müzelerinden dördü görülebiliyordu... her biri pusulanın ayrı bir noktasında bulunuyordu.

Langdon sağ taraftaki pencereden Seine ile Quai Voltairc'in arkasındaki, eski tren istasyonunun -şimdiki Musee d'Orsay- çarpıcı derecede aydınlatılmış cephesini görebiliyordu. Sol tarafa göz attığında, Modern Sanat Müzesi'ne ev sahipliği yapan ultramodern Pompidou Centcr'ın tepesini seçebiliyordu. Langdon arka tarafında batıya doğru ise Musee du

25

Dan Brown .



)

Jeu de Paume'u belirleyen eski Ramses dikili taşının, ağaçların üstünden yükseldiğini biliyordu.

Ama dünyanın en ünlü sanat müzesi haline gelen yekpare taştan yapılmış Rönesans sarayı, doğuya doğru tam önlerinde kemerin gerisindeydi.

Musee du Louvre.

Gözleri büyük yapının tamamını görmek için nafile bir girişimde bulunduğunda, Langdon tanıdık bir merak duydu. Louvre'un görkemli cephesi, insanı hayrete düşürecek kadar geniş meydanın karşısında, Paris semalarına yükselen bir kale gibi duruyordu. Uç uca eklenmiş üç Eyfel Kulesi uzunluğundaki Louvre, at nah şekliyle Avrupa'daki en uzun binaydı. Müzenin kanatlan arasındaki doksan üç bin metrekarelik açık meydan bile, cephenin görkemiyle yarışamazdı. Langdon bir keresinde Louvre'un çevresi etrafında yürüyerek, beş kilometrelik yel kat etmişti.

Bir ziyaretçinin bu binadaki 65.300 sanat eserini beş günlük bir süre içinde görebileceği tahmin edilmesine rağmen, çoğu turist Langdon'ın "Diyet Louvre" diye bahsettiği kısaltılmış bir tur atmayı tercih ediyordu. Bu tur, müzedeki en ünlü üç objeyi -Mona Lisa, Milo Venüs'ü ve Zafer Tanrıçası Nike'yi- görebilmek için atılan bir sürat koşusuydu. Art Buch-wald bir zamanlar üç sanat şaheserini beş dakika elli altı saniyede gördüğünü söyleyerek övünmüştü.

Şoför küçük bir el telsizi çıkartarak kısaltılmış bir Fransızcayla konuşmaya başladı. "Monsieur Langdon est arrive. Deux minutes.^"1

Telsizden deşifre edilemeyen cızırtılı bir teyit geldi.

Aygıtı yerine koyan ajan, Langdon'a döndü. "Yüzbaşı ile ana girişte buluşacaksınız."

Şoför meydanda araç trafiğini yasaklayan işaretleri hiçe sayarak, gaza bastı ve Citroen'i kaldırıma doğru sürdü. Işıklı fıskiyelerin su püskürttüğü yedi üçgen havuzla çevrelenen ana giriş, artık görülebiliyordu.

La Pyramide.

Paris Louvre'un yeni girişi müzenin kendisi kadar ünlü olmuştu. Çin kökenli, Amerikalı mimar I. M. Pei tarafından tasarlanan tartışmalı, dömi-

'¦' Bay Langdon geldi. İki dakika sonra oradayız.

26

Da Vinci Şifresi



modern cam piramidi, Rönesans avlunun asaletini bozduğunu düşünen gelenekçiler tarafından hâlâ hor görülüyordu. Goethe mimariyi müziğin donmuş hali diye tanımlamıştı. Pei'yi eleştirenler ise bu piramide karatahtayı çizen tırnak diyorlardı. Bununla birlikte hayranları, Pei'nin yirmi bir metre uzunluğundaki şeffaf piramidinin, Louvre'un gelecek bin yıla taşınmasına yardımcı olduğunu, eski yapıyla modern metotlar -eskiyle yeni arasında sembolik bir bağ- arasında göz kamaştırıcı bir sinerji yarattığını söyleyerek yüceltiyorlardı.

Ajan, "Piramidimizi beğeniyor musunuz?" diye sordu.

Langdon kaşlarını çattı. Görünüşe bakılırsa Fransızlar bunu Amerikalılara sormaktan hoşlanıyorlardı. Elbette bu soruda bazı anlamlar yüklüydü. Piramidi beğendiğinizi itiraf etmek sizi zevksiz bir Amerikalı yapıyor, beğenmediğinizi söylemekse Fransızlara hakaret gibi algılanıyordu.

Langdon, "Mitterand cesur bir adamdı," diyerek kaçamak bir cevap verdi. Piramidin yapım işini başlatan, merhum cumhurbaşkanında "Firavun Kompleksi" olduğu söyleniyordu. Paris'i Mısır sanatı, el sanatları ve dikili taşlarıyla doldurmaktan tek başına sorumlu olan Francois Mitte-rand'ın, Mısır kültürüne olan tutkunluğu o denli aşırıydı ki, Fransızlar ondan hâlâ Sfenks diye bahsediyorlardı.

Langdon konuyu değiştirerek, "Şefinizin ismi nedir?" diye sordu.

Şoför piramidin ana girişine yaklaşırken, "Bezu Fache," dedi. "Biz kendisine le Taureau deriz."

Bütün Fransızlara bir hayvan takma adı verilip verilmediğini düşünen Langdon gözlerini ona çevirdi. "Şefinize Boğa mı diyorsunuz?"

Adam kaşlarını yay gibi yukan kaldırdı. "Fransızcanız söylediğinizden daha iyiymiş Bay Langdon."

Langdon, Fransızcam berbattır, diye düşündü, ama Zodyak ikonografim iyidir. Taurus'un anlamı boğa demekti. Astrolojinin sembolleri tüm dünyada aynıydı.

Ajan arabayı durdurup, parmağıyla iki çeşmenin arasından piramidin yan tarafındaki geniş kapıyı gösterdi. "Giriş burası. İyi şanslar bayım."

"Siz gelmiyor musunuz?"

"Bana sizi burada bırakmam emredildi. Yapmam gereken başka işler var."

Langdon içini çekerek, arabadan indi. Bu da senin numaran.

27

Dan Browrr^.



Ajan arabayı gazlayarak uzaklaştı.

Langdon tek başına ayakta durup, uzaklaşan farlara bakarken, avludan kolaylıkla çıkıp, bir taksi çevirebileceğini ve yatağına doğru yol alabileceğini fark etti. Ama içinden bir ses, ona bunun kötü bir fikir olduğunu söylüyordu.

Havuzların yarattığı sise yaklaşırken, başka bir dünyaya açılan hayali bir eşikten geçtiğini hissediyordu. Akşamın rehaveti yeniden bastırmaya başlamıştı. Yirmi dakika öncesine kadar, otel odasında uyuyordu. Şimdi ise Sfenks tarafından yaptırılmış şeffaf piramidin önünde durmuş, Boğa lakaplı bir polisi bekliyordu.

Bir Salvador Dali tablosunda kapana kısıldım, diye düşündü.

Langdon ana girişe doğru yürüdü, devasa döner kapıydı. Arkasında ' loş ve boş bir fuaye vardı.

Kapıyı çalacak mıyım?

Langdon acaba Harvard'lı ünlü Mısır uzmanları hiç piramidin ön kapısını çalıp, cevap beklemişler midir, diye düşündü. Cama vurmak için elini kaldırdı ama aşağıdaki karanlığın içinden beliren bir figür, döner merdivenden hızla çıkmaya başladı. Koyu renkli, omuzlarına dar gelen kruvaze bir takım elbise giymiş, tıknaz yapılı ve esmer bir adamdı. Güçlü bacaklarının üstünde açıkça anlaşılan bir yetkiyle yürüyordu. Cep telefonuyla konuşuyordu ama kapıya geldiğinde görüşmeyi bitirdi. Langdon'a içeri girmesini işaret etti.

Langdon döner kapıyı iterek içeri girerken, "Ben Bezu Fache," diye kendini tanıttı. "Adli Polis Merkezi şefiyim." Mesleğine uygun bir sesi vardı, yaklaşan fırtınayı andıran... gırtlaktan gelen hırıltılı bir ses.

Langdon tokalaşmak için elini uzattı. "Robert Langdon."

Fache'nin iri eli, Langdon'ınkini ezici bir kuvvetle sardı.

Langdon, "Fotoğrafı gördüm," dedi. "Ajanınız, bunu Jacques Sauni-ere'in kendisinin yaptığını söyledi..."

"Bay Langdon," derken Fache'nin gözleri onunkine kilitlenmişti. "Fotoğrafta gördükleriniz, Sauniere'in yaptıklarının sadece başlangıcı."

28

Da Vinci Şifresi



Geniş omuzlarını arkaya atıp, çenesini göğsüne gömen Yüzbaşı Bezu Fache, kızgın bir boğa gibi yürüyordu. Geriye doğru taranmış briyantinli koyu renk saçları, geniş alnındaki derin çizgileri vurguluyordu. Yakından bakınca koyu renk saçları, çıkık kaşlarının ortasındaki çizgiyi vurguluyor ve onun, bir savaş gemisinin pruvasına benzemesini sağlıyordu. O yaklaşmadan evvel, koyu renk gözleri nam saldığı ciddiyetini korku verici bir açıklıkla ortaya koyarak, sanki yeryüzünü kasıp kavuruyordu.

Langdon, yüzbaşının peşinden giderek, ünlü mermer basamaklardan cam piramidin altındaki avluya indi. Aşağı inerlerken, makineli tüfekle bekleyen iki adli polis muhafızının arasından geçtiler. Mesaj açıktı: Bu akşam Yüzbaşı Fache'nin izni olmaksızın hiç kimse buraya giremez veya dışarı çıkamazdı.

Zeminin altına indiklerinde Langdon heyecanının arttığını hissetti. Fache'nin davranışları hiç de misafirperver sayılmazdı, ayrıca bu saatte Louvre'un kabristanı andıran bir havası vardı. Merdivenler, karanlık bir sinema salonunun koridoru gibi, her bir basamağa gömülmüş minik döşeme ampulleriyle aydınlatılmıştı. Langdon kendi ayak seslerinin üstlerindeki camda yankı yaptığını duyabiliyordu. Yukarı baktığında, çeşmelerden yayılan sisin şeffaf damın üstünden ince çizgiler halinde geçtiğini görebiliyordu.

Geniş çenesiyle yukarıyı işaret eden Fache, "Siz tasvip ediyor musunuz?" diye sordu.

Oyun oynamak için kendini fazlasıyla yorgun hisseden Langdon derin bir nefes aldı. "Evet, piramidiniz harikulade."

Fache homurdandı. "Paris'in yüz karası." -

29

L

Dan Brown



Birinci darbe. Langdon, ev sahibinin memnun edilmesi zor biri olduğunu fark etmişti. Bu piramidin, Cumhurbaşkanı Mitterrand'ın kesin isteği üzerine, tam olarak 666 cam panodan inşa edildiğini acaba Fache biliyor mudur, diye düşündü. Bu garip istek, 666 sayısının Şeytan'ın sayısı olduğunu iddia eden komplo meraklıları arasında daima ateşli bir tartışma konusu olmuştu.

Langdon konuyu açmamaya karar verdi.

Yerin altındaki fuayeye doğru indikçe, alan karanlıktan yavaşça sıyrılıyordu. Louvre'un, yer seviyesinin on sekiz metre aşağısına yapılmış altı bin beş yüz metrekarelik lobisi, uçsuz bucaksız bir mağarayı andırıyordu. Yukarıdaki bal rengi taşlardan yapılmış cepheyle uyumlu olması açısından, sarı mermer döşenmiş yeraltı koridoru, genellikle gün ışığı ve turistlerle canlanıyordu. Ama bu gece tüm alana soğuk ve esrarlı bir hava veren lobi, ıssız ve karanlıktı.

Langdon, "Peki müzenin her zamanki güvenlik personeline ne oldu?" diye sordu.

"Geçici olarak uzaklaştırıldılar," diye cevap veren Fache'nin sesi, sanki Langdon onun takımının bütünlüğünü sorguluyormuş gibi çıkmıştı. "Bu gece girmemesi gereken birinin içeri girdiği ortada. Tüm personel Louvre'un Sully Kanadı'nda sorgulanıyor. Müzenin güvenliğini bu gece benim ajanlarım devraldı." Fache'ye ayak uydurmakta hızlı davranan Langdon başını evet anlamında salladı.

Yüzbaşı, "Jacques Sauniere'i ne kadar iyi tanıyordunuz?" diye sordu.

"Aslına bakarsanız hiç. Bugüne kadar hiç karşılaşmadık."

Fache şaşırmışa benziyordu. "Bu gece ilk kez mi buluşacaktınız?"

"Evet. Verdiğim seminerden sonra Amerikan Üniversitesi'nin resepsiyonunda buluşmayı planlamıştık ama o gelmedi."

Fache küçük not defterine bir şeyler karaladı. Yürürlerken, Langdon, Louvre'un daha az bilinen piramidine -La Pyramide Inversee- tavandan aşağı sarkıt gibi ters sarkan dev çatıya göz attı. Fache, Langdon'ı kısa bir merdivenden kemerli bir tünelin ağzına getirdi. Tabelanın üstünde DENON yazıyordu. Denon Kanadı, Louvre'un üç ana bölümü arasında en ünlü olanıydı.

Fache birden, "Bu geceki buluşmayı kim istedi?" diye sordu. "Siz mi o mu?"

30

Da Vinci Şifresi



Soru garipti. Tünelden içeri girerlerken Langdon, "Bay Sauniere istedi," diye yanıtladı. "Birkaç hafta önce sekreteri e-posta vasıtasıyla benimle temas kurdu. Müze müdürünün, bu ay Paris'te seminer vereceğimi duyduğunu ve orada bulunduğum süre içinde benimle bir şeyi tartışmak istediğini söyledi."

"Ne tartışacaktı?"

"Bilmiyorum. Herhalde sanattır. Onunla ortak ilgi alanlarımız var."

Fache kuşkulu görünüyordu. "Görüşmenizin ne hakkında olacağına dair en ufak bir fikriniz yok mu?"

Langdon'ın hiç fikri yoktu. O da merak etmiş ama daha açık konuşmasını istemeye cesaret edememişti. Çokça saygı duyulan Jacques Sauniere'in gizliliğe düşkün olduğu ve çok az toplantı yaptığı iyi bilinirdi; Langdon, onunla buluşma fırsatına sahip olduğu için minnettardı.

"Bay Langdon cinayet kurbanının öldürüldüğü gece sizinle ne tartışacağını en azından tahmin edemez misiniz? Çok yardımı dokunabilir."

Bu manidar soru Langdon'ı rahatsız etmişti. "Gerçekten bilemiyoıum. Sormadım. Temas kurması bile beni gururlandırmıştı. Bay Sauniere'in çalışmalarının hayranıyım. Verdiğim derslerde onun kitaplarını kullanırım."

Fache bunu defterine not etti.

Artık iki adam Denon Kanadı'nın giriş tünelinde yarı yola gelmişlerdi. Langdon her ikisi de hareketsiz duran yolun sonundaki yürüyen merdivenleri görebiliyordu.

Fache, "Demek ortak ilgi alanlarınız vardı?" diye sordu.

"Evet. Aslına bakarsanız, geçen yılın çoğunu Bay Sauniere'in uzmanlık alanı hakkında yazacağım kitabın taslağına ayırdım. Beynine girmek için sabırsızlanıyordum."

Fache başını kaldırdı. "Pardon?"

Bu deyimin karşılığının bulunmadığı belli oluyordu. "Onun konu hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için sabırsızlanıyordum."

"Anlıyorum. Peki konu neydi?"

Langdon tam olarak nasıl izah edeceğinden emin olamadığı için tereddüt etti. "Aslında taslak, tanrıçalara tapınmayı gösteren ikonografi hakkında, dişilerin kutsallığı kavramı, sanat ve bununla ilgili semboller."

Fachr tombul elini saçlarında gezdirdi. "Sauniere'in bu konu hakkında bilgisi vaı mı?"

31

I

Dan Brown



"Herkesten daha fazla."

"Anlıyorum."

Langdon, Fache'nin hiçbir şeyi anlamadığını fark etmişti. Jacques Sauniere, dünyadaki en ünlü tanrıça ikonografi uzmanı olarak kabul ediliyordu. Sauniere'in bereketle ilgili röliklere, tanrıça kültlerine, Wicca'ya ve kutsal dişilere olan tutkusu bir yana, müze müdürlüğü yaptığı yirmi yıllık memuriyeti süresince Louvre'un dünyadaki en büyük tanrıça sanatı koleksiyonuna sahip olmasını sağlamıştı, Delphi'deki en eski Yunan tapınağından rahibelerin labrys baltaları, altın yılanlı asalar, küçük melekleri andıran yüzlerce Tjet hayat sembolü, eski Mısır'da kötü ruhları kovmak için kullanılan saplı kasnak şeklindeki çıngıraklar ve Tanrıça İsis tarafından tedavi edilen Horus'u gösteren heykelcikler serisi.

Fache, "Belki de Jacques Sauniere'in sizin kitap taslağınızdan haberi vardı," diye fikir yürüttü. "Ve kitabınız konusunda size yardımcı olmayı teklif etmek için buluşmak istedi."

Langdon başını iki yana salladı. "Doğrusunu isterseniz kitabımın taslağından henüz kimsenin haberi yok. Hâlâ müsvedde halinde ve editörüm dışında kimseye göstermedim."

Fache sessizleşti.

Langdon müsveddeyi kimseye göstermemesinin nedenini açıklamadı. Üç yüz sayfalık müsvedde -Kayıp Kutsal Dişinin Sembolleri adını vermeyi düşünüyordu- mevcut dini ikonografilerin geleneklere aykırı yorumlarını sunuyordu ve kesinlikle tartışmalara yol açacaktı.

Langdon hareketsiz yürüyen merdivenlere yaklaştığında, Fache'nin artık yanında olmadığını fark ederek durdu. Arkasını döndüğünde, onun birkaç metre uzaktaki servis asansörünün yanında beklediğini gördü.

Fache asansörün kapıları açılırken, "Asansörü kullanacağız," dedi. "Eminim müzedeki mesafenin yaya dol aşılamayacak kadar uzun olduğunu biliyorsunuzdur."

Langdon asansörün iki katlı Denon Kanadı'na çıkmayı kolaylaştıracağını bildiği halde kıpırdamadı.

"Bir sorun mu var?" Fache kapıyı tutarken, sabırsızlanmışa benziyordu.

Langdon derin bir nefes alarak, havadar yürüyen merdivene hasretle baktı. Hiçbir sorun yok, diyerek kendine yalan söyledikten sonra, asansö-


Yüklə 1,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə