Dan Brown Da Vinci Şifresi



Yüklə 1,86 Mb.
səhifə28/36
tarix10.11.2017
ölçüsü1,86 Mb.
#9407
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   36

Kapının vurulduğunu duyduğunda, içerideki papaz yardımcısı ko-münyon alanını süpürmeyi yeni bitirmişti. Duymazlıktan geldi. Peder Harvey Knowles'in kendi anahtarları vardı ve daha birkaç saat gelmeyecekti. Kapıyı çalan meraklı bir turist ya da fakir olmalıydı. Papaz yardımcısı temizliğe devam etti kapının vurulması kesilmemişti. Okumanız yok mu? Kapıdaki panoda, kilisenin cumartesi günleri saat dokuz buçuktan önce açılmadığı yazıyordu. Papaz yardımcısı işine devam etti.

Birden kapıdaki yumruklama sesi, sanki biri metal bir tokmakla vuruyormuş gibi gürültülü bir hal aldı. Elektrikli süpürgeyi durduran papaz yardımcısı sinirli adımlarla kapıya yürüdü. İçerideki kilidi çevirerek, kapıyı açtı. Kapıda üç kişi duruyordu. Turistler, diye mırıldandı. "Saat dokuz buçukta açıyoruz."

Liderleri gibi görünen iri cüsseli adam koltuk değneklerini kullanarak bir adım öne çıktı. İngiliz Sakson aristokrat aksanıyla, "Ben Sir Leigh Teabing'im," dedi. "Şüphesiz farkında olduğun gibi, dördüncü kuşaktan Bay ve Bayan Christopher Wren'e eşlik ediyorum." Yana çekilerek, kolunu arkasındaki çekici çifte doğru uzattı. Kadının yumuşak yüz hatları ve gür kızıl saçları vardı. Adam ise uzun boylu, koyu renk saçlı ve fazlasıyla

tanıdıktı.

Papaz yardımcısı nasıl karşılık vermesi gerektiğini bilmiyordu. Sir Christopher Wren, Mabet Kilisesi'ne bağışta bulunan en ünlü isimdi. Büyük Yangın'ın sebep olduğu hasarın onarılması için elinden geleni yapmıştı. Ayrıca on sekizinci yüzyıl başlarında ölmüştü. "Um... sizinle tanışmak bana şeref verdi."

Koltuk değnekli adam kaşlarını çattı. "Satış işiyle uğraşmadığın isabet olmuş genç adam, hiç ikna edici değilsin. Peder Knowles nerede?"

"Bugün cumartesi. Daha geç gelir."

378

I Da Vinci Şifresi



Engelli adam yüzünü daha da buruşturmuştu. "Burada olacağını söylemişti ama öyle görünüyor ki, bu işi onsuz yapacağız. Fazla uzun sürmez."

Papaz yardımcısı hâlâ kapının önünde durarak, yolu kapatıyordu. "Affedersiniz, ne uzun sürmez?"

Ziyaretçinin gözleri kısıldı ve öne doğru eğilerek, kimseyi mahcup etmek istemiyormuş gibi fısıldadı. "Genç adam, burada yeni olduğun belli. Sir Christopher Wren'in torunları her yıl buraya gelir ve kiliseye küllerinden bir tutam serper. Bu onun son isteği ve mirasıydı. Bu geziden hiç kimse hoşlanmıyor ama elden ne gelir?"

Papaz yardımcısı birkaç yıldır burada çalıştığı halde bu geleneği daha önce hiç duymamıştı. "Saat dokuz buçuğa kadar beklerseniz iyi olacak. Kilise henüz açılmadı, ben de süpürmeyi bitirmedim."

Koltuk değnekli adam öfkeyle parladı. "Genç adam, bu binada senin süpürebileceğin herhangi bir şeyin kalmış olmasını, bu kadının cebindeki beyefendiye borçlusun."

"Affedersiniz anlayamadım?"

Koltuk değnekli adam, "Bayan Wren," dedi. "Acaba bu münasebetsiz genç adama külleri gösterebilir miydiniz?"

Kadın tereddüt ettikten sonra, adeta kendine gelmiş gibi elini süveterinin cebine götürdü ve koruyucu kumaşa sarılmış küçük bir silindir çıkardı.

Koltuk değnekli adam, "Oldu mu, gördün mü?" diye atıldı. "Şimdi ya onun son isteğine saygı gösterip, küllerini mabede serpiştirmemize izin verirsin ya da Peder Knowles'a bize nasıl davrandığını anlatırım."

Peder Knowles'in kilise geleneğine bağlılığını... daha da önemlisi, bu tarihi mabede gölge düşürecek bir şey olduğunda ne kadar öfkeleneceğini çok iyi bilen genç adam tereddüt etti. Ama Peder Knowles bu aile bireylerinin geleceğini söylemeyi unutmuş olabilirdi. Eğer durum buysa, onları geri çevirmenin riski, içeri alma riskinden çok daha büyüktü. Zaten, en fazla bir dakika alacağını söylediler. Ne kadar zarar verebilir ki?

Papaz yardımcısı, üçlünün içeri girmesi için kenara çekildiğinde, olan bitene Bay ve Bayan Wren'in de en az kendisi kadar şaşırdığına yemin edebilirdi. Kararsız bir halde işine devam ederken bir yandan gözu-cul onları takip ediyordu.

379
Dan Brown

Üçlü kilisenin içlerine ilerlerken Langdon kendini tutamadan gülümsedi. "Leigh," diye fısıldadı. "Çok güzel yalan söylüyorsun."

Teabing gözlerini kırpıştırdı. "Oxford Tiyatro Kulübü. Hâlâ benim oynadığım Julius Caesar'ı anlatırlar. Üçüncü perdenin ilk sahnesini kimsenin benden daha iyi oynadığını sanmıyorum."

Langdon, ona baktı. "Ben o sahnede Caesar'ın öldüğünü sanıyordum."

Teabing kendinden memnun bir şekilde sırıttı. "Evet ama yere düşünce benim ehramım yırtılmıştı. Bu yüzden yarım saat boyunca sahnede yerde yattım. Buna rağmen tek bir kasımı bile kıpırdatmadım. Muhteşemdim, inan bana."

Langdon yüzünü buruşturdu. Kaçırdığıma üzüldüm.

Grup halinde ek binadan, ana kiliseye giden kemerli yola girdiklerinde Langdon gösterişsiz sadeliğe şaşırdı. Sunak, düz bir Hıristiyan şapelini andırdığı halde, geleneksel süsleme izlerini taşımayan mobilyalar yalın ve soğuktu. "Kasvetli," diye fısıldadı.

Teabing sessizce güldü. "İngiltere kilisesi. Anglikanlar dinlerinde gösterişe kaçmazlar. Dikkatlerini acılarından uzaklaştıracak hiçbir şey göremezsin."

Sophie kilisenin dairesel bölümüne giden geniş açıklığı gösterdi. "Burası kaleye benziyor," diye fısıldadı.

Langdon, onunla aynı fikirdeydi. Duvarlar, bulundukları yerden bile oldukça sağlam görünüyordu.

Alüminyum koltuk değneklerinden çıkan sesler yankı yaparken Teabing, "Tapınak Şövalyeleri savaşçıydı," dedi. "Dini nefer topluluğu. Kiliseleri onların kaleleri ve bankalarıydı."

Leigh'e bakan Sophie, "Bankaları mı?" diye sordu.

"Elbette, evet. Modern bankacılık kavramını Tapınakçılar icat etti. Avrupalı asilzadelerin akınlarıyla birlikte yolculuk etmeleri tehlikeliydi, bu yüzden Tapınakçılar, onların altınlarını en yakın Mabet Kilisesi'ne emanet edip, Avrupa'daki diğer tapınak kiliselerinden çekmelerine imkân sağladılar. Tek ihtiyaçları olan şey, gerekli evrakları göstermeleriydi." Göz kırptı-"Ve tabii küçük bir komisyon. İlk ATM'ler bunlardı." Teabing, güneş ışığının kızıl renkli bir ata binen beyaz giysili şövalyeden süzüldüğü vitray pen-

380

Da Vinci Şifresi



cereyi gösterdi. "Alanus Marcel," dedi. "Bin iki yüzlü yılların başında Tapınak Üstat'ıydı. O ve ondan sonra gelenler Primus Baro Angiae'de senatör koltuğuna oturdular."

Langdon şaşırmıştı. "Ülkenin ilk baronu mu?" Teabing başını salladı. "Bazıları Tapınak Üstat'ının kraldan daha fazla nüfuza sahip olduğunu iddia eder." Daire şeklindeki bölüme vardıklarında Teabing uzakta hâlâ yerleri süpürmekte olan papaz yardımcısına baktı. Sophie'ye, "Biliyor musun?" diye fısıldadı. "Tapınakçılar bir yerden bir yere taşıyıp sakladıkları zamanlarda Kutsal Kâse'nin bir kez bu kiliseye yerleştirildiği söylenir. Dört sandık Sangreal Belgesi'yle Magdalah Meryem'in lahdinin bu kilisede olduğunu hayal edebiliyor musun? Tüylerimi diken diken ediyor."

Dairesel bölüme girdiklerinde, Langdon'ın da tüyleri diken diken olmuştu. Gözlerini içerideki soluk taş duvarlarda gezdirerek, hepsi de iç tarafa doğru bakan gargoyle, şeytan, canavar ve acılı insan yüzü oymalarına baktı. Oymaların altında daire şeklindeki odayı çevreleyen tek bir oturma sırası vardı.

Langdon, "Yuvarlak tiyatro," diye fısıldadı.

Teabing koltuk değneklerinden birini kaldırarak, sol ve sağ arka köşeleri gösterdi. Langdon onları görmüştü bile.

On taş şövalye.

Beşi solda. Beşi sağda.

Yere meyilli yerleştirilmiş gerçek boyutlardaki oyma figürler, huzur içinde yatıyorlardı. Şövalyeler zırhlı giysileri, kalkanları ve kılıçlarıyla be-timlenmişlerdi. Langdon mezarları görünce, onlar uyurken birisi içeri gizlice girmiş ve yüzlerine alçı dökmüş gibi tatsız bir hisse kapılmıştı. Hepsi de oldukça eskimişti ama birbirlerinden hayli farklıydılar, kol ve bacakları farklı pozisyonlarda duruyordu, farklı zırhları ve kalkanlarının üstünde farklı işaretler vardı.

Papa, şövalye gömmüş Londra 'da.

Daire şeklindeki odada ilerlerken Langdon dizlerinin bağının çözül-îünü hissetti.

Burası, orası olmalıydı.

381


Dan Brown

84

Remy Legaludec, Jaguar limuzini Mabet Kilisesi'nin yakınlarındaki pis bir sokağa çekerek, sanayi çöp tenekelerinin arkasında durdu. Motoru susturarak etrafı kolaçan etti. Boştu. Arabadan inerek, arka tarafa yürüdü ve keşişin bulunduğu orta bölmeye geçti.



Remy'nin varlığını hissederek vecit halinden çıkan keşiş, kırmızı gözleriyle korkudan çok merakla bakıyordu. R6my bu vefakâr adamın sakin kalabilmesinden oldukça etkilenmişti. Range Rover'daki ilk boğuşmadan sonra keşiş içinde bulunduğu durumu kabullenmiş ve kaderini daha yüksek bir güce teslim etmiş gibiydi.

Papyonunu gevşeten Remy, kolalı yüksek yakasının düğmesini açtı ve kendini, yıllardır ilk kez nefes alıyormuş gibi hissetti. Limuzinin içki barından kendine bir Smirnoff votka doldurdu. Tek dikişte içkisini bitirdikten sonra biraz durdu.

Yakında zengin bir adam olacağım.

Bar dolabını arayan Remy, bir şarap açacağı buldu ve küçük bıçağını dışarı çıkarttı. Bıçak genellikle şarap şişesinin mantarı etrafındaki yaldızı kesmek için kullanılırdı ama bu sabah çok daha farklı bir amaca hizmet edecekti. Remy elinde tuttuğu bıçakla yüzünü Silas'a döndü. Artık kırmızı gözlerden korku fışkırıyordu.

Remy gülümseyerek limuzinin arka tarafına gitti. Bağlarıyla boğuşan keşiş kendini geri çekiyordu.

Bıçağı havada tutan Remy, "Kıpırdama," diye fısıldadı. Silas, Tann'nın onu terk ettiğine inanamıyordu. Silas kana susayan kaslarının zonklamasını bile İsa'nın çektiği acılarla bağdaştırarak, bağlan-

382

Da Vinci Şifresi



manın verdiği fiziksel acıyı ruhani bir ibadete dönüştürmüştü. Gece boyunca kurtuluş için dua ettim. Bıçak aşağı inerken Silas gözlerini sıkıca kapadı.

Kürek kemiklerinde ani bir acı hissetti. Limuzinin arkasında, kendini savunmaktan aciz bir durumda öleceğine inanmayarak feryat etti. Tann'nın işini yapıyordum. Öğretmen beni koruyacağını söylemişti.

Silas sırtına ve omuzlarına yayılan yakıcı sıcaklığı hissettiğinde, kendi kanının derisinin üstüne yayıldığını hayal etti. Uyluklarının delinirken verdiği ağrıyı duyduğunda, hasara karşı verilen o tanıdık mücadelenin başladığını hissedebiliyordu... vücudun acıya karşı savunma mekanizması.

Yakıcı sıcaklık tüm kaslarına yayıldığında Silas gözlerini daha da sıkı kapadı ve ömrünün son dakikalarında göreceği kişinin katili olmaması gerektiğine karar verdi. İspanya'daki küçük kilisede duran genç Piskopos Aringarosa'yı hayal etti... Onun ve Silas'ın kendi elleriyle inşa ettiği o kilisede. Hayatımın başlangıcı.

Silas vücudunu alevler sarmış gibi hissediyordu.

Smokinli adam aksanlı Fransızcasıyla, "Bir içki al," dedi. "Kan dolaşımına yardım eder."

Silas'ın gözleri hayretle açıldı. Üzerine eğilen bulanık figür ona bir bardak içecek ikram ediyordu. Yerdeki kansız bıçağın yamnda kullanılmış yapışkanlı bant duruyordu.

Adam, "İç bunu," diye yineledi. "Hissettiğin acı kaslarına hücum eden kandan kaynaklanıyor."

Silas duyduğu korkutucu zonklamanın karıncalanmaya dönüştüğünü hissediyordu. Votkanın tadı berbattı ama minnet duyarak içti. Kader bu gece Silas'a pek çok tuzak hazırlamıştı ama Tanrı mucizevi bir hareketle sorunların hepsini çözmüştü.

Tanrı beni terk etmedi.

Silas, Piskopos Aringarosa'nın buna ne diyeceğini biliyordu.

İlahi müdahale.

Uşak, "Seni daha önce kurtarmak isterdim," diye özür diledi. "Ama buna imkân yoktu. Polis önce Chateau Villette'e sonra da Biggin Hill Havaalanı'na geldi, ancak şimdi fırsat bulabildim. Anlıyorsun, değil mi Silas?"

Silas şaşkınlıkta geri çekildi. "Adımı biliyor musun?"

383

Dan Brown



Uşak gülümsedi.

Silas doğrularak sertleşmiş kaslarını ovaladı. Kuşku, minnet ve şaşkınlık duygulan kabarmıştı. "Sen... Öğretmen misin?"

Soruyu komik bularak gülen Remy, başını iki yana salladı. "Keşke o kadar gücüm olsaydı. Hayır, ben Öğretmen değilim. Senin gibi ben de ona hizmet ediyorum. Ama Öğretmen senden övgüyle bahsediyor. Benim adım Remy."

Silas sersemlemişti. "Anlamıyorum. Öğretmen için çalışıyorsan, Langdon neden kilit taşını senin evine getirdi?"

"Benim evime getirmedi. Dünyanın en ünlü Kâse tarihçilerinden Sir Leigh Teabing' in evine getirdi."

"Ama sen orada yaşıyorsun. Garip..."

Langdon'ın sığınmak için yaptığı seçime şaşırmamış gibi görünen Remy gülümsedi. "Her şeyi önceden tahmin etmek mümkündü. Kilit taşı Robert Langdon'daydı ve yardıma ihtiyacı vardı. Kaçmak için Leigh Tea-bing'in evinden daha mantıklı bir yer olur muydu? Benim orada yaşamam, Öğretmen'in beni yanına almasının ilk sebebiydi." Durdu. "Sence Öğretmen Kâse hakkında bu kadar çok şeyi nereden biliyor?"

Şimdi her şey açıklığa kavuşmuştu, Silas şaşkındı. Öğretmen, Sir Leigh Teabing'in tüm araştırmalarına ulaşabilecek bir uşağı yanına almıştı. Mükemmel bir plandı.

Silas'a dolu Heckler Koch silahını uzatan Remy, "Sana anlatmam gereken başka şeyler de var," dedi. Ardından, açık bölmeden uzanarak torpido gözündeki küçük tabancayı çıkardı. "Ama önce seninle bir işimiz

var.


Biggin Hill'de uçaktan inen Yüzbaşı Fache, Teabing'in hangarında olanları kent başmüfettişinden dinlerken, duyduklarına inanamıyordu.

Müfettiş, "Uçağı kendim teftiş ettim," diye ısrar etti. "İçerde kimse yoktu." Kibirli bir tonla konuşmaya başladı. "Ayrıca eklemeliyim ki, eğer Sir Leigh Teabing bana karşı suçlamalarda bulunursa..."

"Pilotu sorguladınız mı?"

"Elbette hayır. O bir Fransız ve bizim yetkimiz sadece..."

"Beni uçağa götürün."

384


Da Vinci Şifresi

Hangara vardığında, bir zamanlar limuzinin park ettiği yerin yanındaki şüpheli kan lekesini fark etmek Fache'nin yalnızca altmış saniyesini almıştı. Fache uçağın yanına giderek, gövdeye var gücüyle vurdu.

"Fransız Adli Polisi. Kapıyı açın!"

Dehşete düşen pilot, hemen kapıyı açıp, merdiveni indirdi.

Fache yukarı çıktı. Birkaç dakika sonra, tabancasının da yardımıyla, tutsak Albino keşişin tanımı da dahil olmak üzere dört dörtlük bir itiraf dinlemişti. Ayrıca pilot, Langdon ile Sophie'nin Teabing'in kasasına bir çeşit ahşap kutu bıraktıklarını görmüştü. Pilot kutunun içindekini bilmediğini söylediği halde, uçuş süresi boyunca Langdon'ın tüm dikkatini ona yoğunlaştırdığını itiraf etmişti.

Fache, "Kasayı aç," diye emretti.

Pilot korkuyla bakıyordu. "Şifreyi bilmiyorum!"

"Bu çok kötü. Sana pilot lisansının devam edebileceğini söyleyecektim."

Pilot ellerini sıktı. "Buradaki bakım işlerinde çalışan birkaç kişi tanıyorum. Belki onlar delebilir, olmaz mı?"

"Yarım saat süren var."

Pilot telsizine uzandı.

Uçağın arka tarafına sert adımlarla yürüyen Fache, kendine sert bir içki hazırladı. Sabahın erken saatleriydi ama o henüz uyumamıştı, bu yüzden akşamdan önce içmiş sayılmazdı. Pelüş koltukta oturarak gözlerini kapattı ve neler olduğunu anlamaya çalıştı. Kent polisinin hatası bana pahalıya mal olabilirdi. Şimdi herkes siyah Jaguar limuzini arıyordu.

Telefonu çaldığında Fache bir an olsun huzur bulmayı diledi. "Alo?"

"Londra'ya geliyorum." Arayan Piskopos Aringarosa idi. "Bir saate kadar orada olurum."

Fache oturduğu yerde doğruldu. "Paris'e gittiğinizi zannediyordum." "Çok endişeliyim. Planlarımı değiştirdim." "Yapmamalıydınız." "Silas sizde mi?"

"Hayır. Ben gelmeden kaçaklar yerel polisi atlatmış." Aringarosa birden öfkelenmişti. "Bana güvence vermiştin. Hani uça-t durduracaktın!"

385

F:25


Dan Brown

Fache sesini alçalttı. "Piskopos, durumunuzu göz önünde bulundurarak, bugün benim sabrımı sınamamanızı öneririm. Silas ve diğerlerini mümkün olduğunca çabuk bulacağım. Nereye ineceksiniz?"

"Bir saniye." Aringarosa ahizeyi kapattı ve sonra yeniden konuşmaya başladı. "Pilot Heathrow'a iniş izni almaya çalışıyor. Tek yolcusu benim ama yeni rotamızı önceden bildirmemiştik."

"Ona kentteki Biggin Hill Havaalanı'na inmesini söyleyin. İniş iznini ben alırım. Siz geldiğinizde ben burada yoksam, bir araba sizi bekliyor

olacak."

"Teşekkürler."

"İlk konuşmamızda belirttiğim gibi piskopos, her şeyi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan yalnız siz değilsiniz."

386


Da Vinci Şifresi

85

Ara, küreyi kabre aitti.



Mabet Kilisesindeki her bir şövalye, başı taş bir yastığın üstünde, sırtüstü yatıyordu. Sophie bir ürperti hissetti. Şiirde bahsi geçen "küre", ona büyükbabasının bodrum katındaki akşam gördüğü sahneleri hatırlatıyordu.

Hieros Gamos. Küreler.

Sophie aynı ayinin bu mabette de uygulanıp uygulanmadığını düşündü. Daire şeklindeki oda, böylesi bir pagan ayini için özel yapılmış gibiydi. Ortadaki çıplak alanın etrafından taş bir oturma sırası geçiyordu. Ro-bert'ın da söylediği gibi yuvarlak bir tiyatro. Bu mekânın akşamları, ellerinde mumlarla ilahiler söyleyen ve odanın ortasındaki "kutsal birleşmeye" şahit olan maskeli insanlarla dolu olduğunu hayal etti.

Bu sahneleri aklından uzaklaştırmaya çalışarak, Langdon ve Teabing' le birlikte ilk grup şövalyelerin yanına gitti. Teabing titiz bir inceleme yapmaları gerektiği konusunda ısrar etmiş olsa da Sophie sabırsızlanarak onların önüne geçti ve sol taraftaki beş şövalyeye doğru yürüdü.

Bu ilk lahitleri inceleyerek aralarındaki benzerlikleri ve farklılıkları gözlemledi. Şövalyelerin hepsi sırtüstü yatıyordu, ama üçünün bacakları dümdüz uzatılmışken, diğer ikisi bacak bacak üstüne atmıştı. Bu garipliğin kayıp küreyle ilgisi yok gibi görünüyordu. Sophie giysilerini incelediğinde, şövalyelerden ikisinin zırhları üstüne tunik, diğer üçünün ise bilek-'erine kadar uzanan pelerinler giydiğini fark etti. Bunun da hiçbir faydası dokunmayacaktı. Sophie dikkatini geri kalan tek farklılığa verdi ellerin buruşu. İki şövalye kılıçlarını tutmuştu, ikisi dua ediyordu, birinin ise kol-

387.


II

Dan Brown

lan yanındaydı. Ellere uzun süre baktıktan sonra, kayıp küreye dair hiçbir ipucuna rastlayamayan Sophie, omuzlarını silkti.

Süveterinin cebindeki kripteksin ağırlığını hissederek Langdon ve Teabing'e baktı. Hâlâ üçüncü şövalyenin başında duran adamlar yavaş ilerliyor, fakat onlar da çaresiz görünüyorlardı. Beklemeye tahammül edemeden, ikinci grup şövalyenin yanına gitti. Açık alanda karşı tarafa doğru yürürken, defalarca okuduğu şiiri içinden tekrar etti.

Papa şövalye gömmüş Londra'da. Kutsal gazap cevap olmuş ona.

Ara, küreyi kabre aitti. Güldü teni, doluydu göbeği.

Sophie ikinci grup şövalyelerin yanma geldiğinde, bu ikinci grubun ilkiyle aynı olduğunu fark etti. Hepsi zırhları ve kılıçlarıyla, farklı pozisyonlarda yatıyorlardı.

Onuncu ve sonuncu lahit hariç. Hemen yanma koşturarak, dikkatle baktı. Yastık yok. Zırh yok. Tunik yok. Kılıç yok.

"Robert? Leigh?" diye seslenirken, sesi boş odada yankılanıyordu. "Burada eksik bir şeyler var."

Adamların her ikisi de başlarını kaldırarak, Sophie'nin yanına gitmek için diğer tarafa doğru yürümeye başladılar.

Teabing heyecanla, "Bir küre mi?" diye sordu. Aceleyle yürürken metal koltuk değnekleri tempolu bir ses çıkarıyordu. "Bir küre mi kayıp?"

Onuncu lahite bakarken yüzünü buruşturan Sophie, "Tam olarak değil," dedi. "Şövalye tamamıyla kayıp."

Yanına gelen iki adam hayretle onuncu lahde baktılar. Açıkta yatan bir şövalye yerine bu lahitte, mühürlü taş bir tabut vardı. Üstte bir kapağı olan bu tabut, ayaklara doğru inceliyor, yukarı çıktıkça genişliyordu. Langdon, "Bu şövalye neden gösterilmemiş?" diye sordu. Çenesine hafifçe vuran Teabing, "Büyüleyici," dedi. "Bu garip özelliği unutmuştum. Buraya geleli yıllar oluyor."

Sophie, "Bu tabut," dedi. "Diğer dokuz lahitle aynı zamanda ve ayW heykeltıraş tarafından oyulmuş gibi görünüyor. Peki açıkta bırakılmak yerine bu şövalye neden bir tabuta konulmuş?"

388

Da Vinci Şifresi



Teabing başını iki yana salladı. "Bu kilisenin gizemlerinden biri. Bildiğim kadarıyla kimse buna açıklama getiremedi."

Yüzünde rahatsız olmuş bir ifadeyle içeri giren papaz yardımcısı genç, "Merhaba?" diye seslendi. "Kabalık gibi görünüyorsa beni bağışlayın, ama külleri dağıtmak istediğinizi söylemiştiniz, fakat siz tur atıyorsunuz."

Gence bakıp kaşlarını çatan Teabing, Langdon'a döndü. "Bay Wren, anlaşılan ailenizin hayırseverliği size eskisi kadar vakit tanımıyor, belki külleri bir an evvel serpiştirip gitsek iyi olur." Teabing, Sophie'ye döndü. "Bayan Wren?"

Sophie tirşeye sarılı kripteksi cebinden çıkararak rolünü oynadı. Teabing, gence dönerek, "O halde," dedi. "Şimdi bizi biraz yalnız bırakır mısın?"

Papaz yardımcısı genç yerinden kıpırdamadı. Langdon'ı dikkatle inceliyordu. "Yüzünüz tanıdık geliyor."

Teabing öfkelendi. "Belki de Bay Wren buraya her yıl geldiği içindir!"

Belki de geçen yılki Vatikan olayında Langdon'ı televizyonda görmüştür, diye endişelendi Sophie.

Genç, "Ben Bay Wren ile hiç karşılaşmadım," diye ısrar etti.

Langdon nezaketle, "Yanılıyorsunuz," dedi. "Geçen yıl ayaküstü karşılaşmıştık. Peder Knowles bizi resmen tanıştıramadı ama içeri girdiğimizde yüzünüzü hatırladım. Davetsiz geldiğimizin farkındayım ama bize birkaç dakika daha izin verebilirsiniz. Bu lahitlere külleri serpiştirmek için o kadar uzun bir yoldan geldim ki." Langdon cümleleri Teabing'e özgü bir inandırıcılıkla seslendirmişti.

Papaz yardımcısı gencin yüzünde daha da şüpheli bir ifade belirmişti. "Bunlar lahit değil."

Langdon, "Affedersin anlamadım?" dedi.

Teabing, "Elbette onlar birer lahit," diyerek karşı çıktı. "Neden bahsediyorsun sen?"

Papaz yardımcısı genç başını iki yana salladı. "Lahitlerde ceset olur. Bunlar anıt taşı. Gerçek kişilerin anısına yapılmış taşlar. Bu figürlerin altında ceset yok."

Teabing, "Bu bir mezar," dedi.

389

Dan Brown



"Sadece modası geçmiş tarih kitaplarında öyle. 1950'de öyle bir şey olmadığı ispat edilene kadar bunun bir mezar olduğuna inanılıyordu." Langdon'a döndü. "Ve bunu Bay Wren'in bileceğini tahmin ediyordum. Gerçeği kendi ailesi ortaya çıkardığına göre..."

Rahatsızlık verici bir sessizlik hâkim oldu.

Antreden gelen kapı çarpması sesi, sükûneti bozdu.

Teabing, "Peder Knowles olmalı," dedi. "Gidip baksan iyi olmaz mı?"

Papaz yardımcısı kuşkulu göründüğü halde, antreye geri dönerek Langdon, Sophie ve Teabing'i yeni bir hüzünle baş başa bıraktı.

Langdon, "Leigh," diye fısıldadı. "Ceset yok mu? Neden bahsediyor?"

Teabing'in canı sıkılmış gibiydi. "Bilmiyorum. Hep düşündüm ki... burası mutlaka o yer olmalı. Neden bahsettiğini bildiğini sanmıyorum.

Hiç anlamı yok!"

Langdon, "Şiiri yeniden görebilir miyim?" dedi.

Sophie kripteksi cebinden çıkararak, dikkatlice ona uzattı.

Langdon tirşeyi açarak, kripteksi elinde tutarken şiiri inceledi. "Evet, şiir kesinlikle bir mezardan bahsediyor. Anıttan değil."

Teabing, "Şiir yanlış olabilir mi?" diye sordu. "Jacques Sauniere de benim yaptığım hataya düşmüş olabilir mi?"

Biraz düşünen Langdon başını iki yana salladı. "Leigh, kendin söyledin. Bu kiliseyi Tapınakçılar inşa etti, tarikatın askeri kolu. İçimden bir ses, eğer burada gömülmüş şövalyeler varsa, tarikatın Büyük Üstat'ının bunu bileceğini söylüyor."

Teabing iyice sersemlemiş gibiydi. "Ama burası mükemmel." Şövalyelere doğru döndü. "Bir şeyi atlıyor olmalıyız."

Antreye giren papaz yardımcısı genç, boş olduğunu görerek şaşırdı. "Peder Knowles?" Girişi iyice görebilmek için biraz daha ilerlerken, kapıyı duyduğuma eminim, diye düşünüyordu.

Kapının yanındaki smokinli adam başını kaşıyor ve yolunu şaşırmış gibi görünüyordu. Diğerlerini içeri alırken kapıyı kilitlemeyi unuttuğunu fark eden genç kendi kendine kızmıştı. Şimdi de görünüşünden bir nikâh yerini aradığı belli olan gülünç adam, sokaktan geçerken elini kolunu sal-

390

Da Vinci Şifresi



layarak gelmişti. Bir sütunun yanından geçerken, "Üzgünüm," diye seslendi. "Kapalıyız."

Arkasından gelen kumaş hışırtısını duyup, tam dönmek üzereyken başı geriye doğru çekildi ve güçlü bir el ağzını kapatarak, çığlığını bastırdı. Gencin ağzındaki el kar beyazıydı ve alkol kokuyordu.

Smokinli adam serinkanlılıkla çektiği küçük tabancayı doğrudan gencin alnına nişan aldı.


Yüklə 1,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə