Dan Brown Da Vinci Şifresi



Yüklə 1,86 Mb.
səhifə30/36
tarix10.11.2017
ölçüsü1,86 Mb.
#9407
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   36

"Bay Vernet, adamlarım geçmişiniz ve ilgi alanlarınız hakkında bir araştırma yaptı. Çok kültürlü ve ince zevklere sahip bir adam olduğunuz ortada. Aynı zamanda sizinle gurur duyulduğunu da tahmin edebiliyorum. Benim gibi. Bu sözlerin ardından, adli polisin yetkili bir memuru olarak bankanızın ismiyle birlikte kutunuzun da en emin ellerde olduğuna sizi temin ederim."

405

Dan Brown



90

Chateau Villette'in samanlığında duran Collet hayretle bilgisayar ekranına bakıyordu. "Bu sistem tüm bu yerleri gizlice dinliyor muymuş?" Ajan, "Evet," dedi. "Bir yıldan fazladır veri toplandığı anlaşılıyor." Sesi soluğu kesilen Collet yeniden listeyi okudu.

COLBERT SOSTAQUE-Conseil Cons t i t u t io n ne 1

Başkanı (Anayasa Konseyi Başkanı) JEAN CHAFFEE-Musee du Jeu de Paume (Müzesi)

Müdürü EDOUARD DESROCHERS-Mitterand Kütüphanesi,

KıdemliArşiv Memuru JACQUES SAUNIERE-Musee du Louvre (Müzesi)

Müdürü MICHEL BRETON-DAS Şefi (Fransız İstihbaratı)

Ajan ekranı işaret etti. "Dört numara özellikle dikkat çekici." Collet boş gözlerle başını salladı. Bakar bakmaz fark etmişti. Jacques Sauniere dinleniyormus. Listenin geri kalanına yeniden göz attı. Herhangi biri bu ünlü insanları dinlemeyi nasıl başarabilir? "Ses dosyalarından dinlediğin var mı?"

"Birkaç tane. En yenilerinden biri bu." Ajan birkaç bilgisayar tuşuna bastı. Hoparlörler cızırdayarak faaliyete geçti. "Capitaine, un agent du De-

406


Da Vinci Şifresi

partement de Cryptographie est arrive." n

Collet duyduklarına inanamıyordu. "Bu benim. Bu benim sesim!" Sa-uniere'in masasında otururken, Büyük Galeri'deki Fache'ye telsizle Sophie Neveu'nun geldiğini haber verdiğini hatırladı.

Ajan başını salladı. "İlgilenen biri olduysa bu akşam Louvre'daki soruşturmamızın büyük kısmı duyulmuştur."

"Dinleme cihazını araması için birini gönderdin mi?" "Gerek yok. Tam olarak nerede olduğunu biliyorum." Ajan, çalışma masasının üstündeki eski notların ve kopya kâğıtlarının başına gitti. İçlerinden birini seçerek Collet'ye uzattı. "Tanıdık geliyor mu?"

Collet hayrete düşmüştü. Elinde ilkel bir makineye ait eski bir diyagramın fotokopisini tutuyordu. İtalyanca el yazısını okuyamıyordu ama neye baktığını biliyordu. Tam zırh kuşanmış bir ortaçağ Fransız şövalyesi. Sauniere'in masasındaki şövalye!

Collet'nin gözleri, birisinin kırmızı keçeli kalemle notlar karaladığı fotokopi kâğıdının kenarlarına kaydı. Fransızca yazılan notlarda, şövalyeye dinleme cihazının en iyi şekilde nasıl yerleştirileceği açıklanıyordu.

Yüzbaşı, kriptoloji biriminden bir ajan geldi.

407

Dan Brown



91

Silas Mabet Kilisesi'nin yanında park edilen Jaguar limuzinin içinde oturuyordu. Remy'nin bagajda buldukları iplerle Teabing'i bağlayıp, arka tarafa tıkıştırmasını beklerken, kilit taşını tutan elleri terlemişti.

Sonunda Remy limuzinin arkasından inerek etrafında dolaşmış ve Silas'ın yanındaki şoför koltuğuna oturmuştu. Silas, "Güvenli mi?" diye sordu.

Üstündeki yağmur damlalarım silkeleyen ve omzunun üstünden arka taraftaki gölgeler arasında iki büklüm yatan Leigh Teabing'e göz atan Remy kıkırdayarak güldü. "Hiçbir yere gidecek hali yok."

Teabing'in boğuk haykırışlarını duyan Silas, Remy'nin yapışkanlı bandın bir kısmını ağzını kapamak için kullandığını anladı.

Remy omzunun üstünden Teabing'e, "Ferme ta guele.rn diye bağırdı. Remy karışık kontrol paneline uzanarak bir düğmeye bastı. Arkalarındaki ışık geçirmeyen bölme yukarı kalkarak iki bölümü birbirinden ayırdı. Teabing artık görünmüyor ve sesi duyulmuyordu. Remy, Silas'a baktı. "Onun inleyen namelerini yeterince dinledim."

Dakikalar sonra, Jaguar limuzin sokaklarda hızla yol kat ederken, Silas'ın cep telefonu çaldı. Öğretmen. Heyecanla telefona cevap verdi.

"Alo?"


Öğretmen, tanıdık Fransız aksanıyla, "Silas," dedi. "Sesini duymak

beni rahatlattı. Bu, güvenlikte olduğunuz anlamına geliyor."



<•' Kapa çeneni.

408


Da Vinci Şifresi

Silas da Öğretmen'in sesini duyduğu için rahatlamıştı. Aradan saatler geçmişti ve operasyon garip bir boyut kazanmıştı. Şimdi sonunda her şey yeniden normale dönmüş gibiydi. "Kilit taşı bende."

Öğretmen, ona, "Bu harika bir haber," dedi. "Remy seninle birlikte mi?"

Silas, Öğretmen'in Remy'nin ismini kullanmasına şaşırmıştı. "Evet. Beni Remy kurtardı."

"Aynen ona emrettiğim gibi. Yalnız senin bu kadar uzun süre bağlı kalmana üzüldüm."

"Fiziksel rahatsızlıkların önemi yok. Önemli olan kilit taşının bizde olması."

"Evet. Hemen bana gönderilmesi gerek. Zaman çok önemli."

Silas sonunda Öğretmen'le yüz yüze gelmek için sabırsızlanıyordu. "Evet efendim, şeref duyarım."

"Silas, onu bana .Remy'nin getirmesini istiyorum."

Remy mi? Silas hayal kırıklığına uğramıştı. Öğretmen için yaptığı bunca şeyden sonra, ödülü ona kendisinin vereceğini zannediyordu. Öğretmen Remy'yi mi tercih ediyor?

Öğretmen, "Hayal kırıklığını anlayabiliyorum," dedi. "Ama ne yapmak istediğimi tam olarak anlayamadığını görüyorum." Sesini alçaltarak fısıltıyla konuşmaya başladı. "Kilit taşını senin -bir suçlu yerine kendini Tanrı'ya adamış biri olarak- getirmeni çok daha fazla isteyeceğime inanmalısın ama Remy'nin icabına bakılması lazım. Emirlerime itaatsizlik etti ve tüm çabalarımızı tehlikeye atacak büyük bir hata yaptı."

Tüyleri ürperen Silas, Remy'ye göz attı. Teabing'i kaçırmak, planın bir parçası değildi ve onunla ne yapmaları gerektiği yeni bir sorun doğurmuştu.

Öğretmen, "Sen ve ben kendimizi Tanrı'ya adamışız," diye fısıldadı. "Hedefimizden ayrılamayız." Telefon hattında uğursuz bir sessizlik oldu. "İşte sadece bu sebepten ötürü, kilit taşını bana Remy'nin getirmesini istiyorum. Anlıyor musun?"

Silas, Öğretmen'in sesindeki öfkeyi sezmiş ve daha anlayışlı olmayı-5'na şaşırmıştı. Yüzünü göstermekten kaçınamazdı, diye düşündü. Remy yapması gerekeni yaptı. Kilit tasını kurtardı. Silas, "Anlıyorum," diyebildi.

409

Dan Brown



"Güzel. Kendi güvenliğin için, sokaklarda dolaşma. Polis yakında li-muzini aramaya başlar ve yakalanmanı istemiyorum. Opus Dei'nin Londra'da bir konuk evi var, öyle değil mi?"

"Elbette var."

"Peki seni oraya kabul ederler mi?"

"Kardeş olarak kabul ederler."

"O halde oraya git ve ortalarda görünme. Kilit taşını elime geçirdiğimde ve yeni sorunumla ilgilenmeye başladığımda seni arayacağım."

"Londra'da mısınız?"

"Söylediklerimi yap, her şey yoluna girecek."

"Peki efendim."

Öğretmen şimdi yapması gerekenlerden üzüntü duyuyormuş gibi içini çekti. "Remy ile konuşmamın vakti geldi."

Remy Legaludec'in hayatındaki son telefon konuşması olabileceğini hisseden Silas, telefonu ona uzattı.

Remy telefonu alırken, bu zavallı keşişin kendisini bekleyen kaderden haberi olmadığını biliyordu. Öğretmen'in amacına hizmet etmişti.

Öğretmen seni kullandı Silas.

Ve senin piskoposun bir piyondu.

Remy yine de Öğretmen'in ikna gücüne hayrandı. Piskopos Aringa-rosa her şeye inanmıştı. Kendi hırsı gözlerini kör etmişti. Aringarosa o kadar hırslıydı ki, her şeye inandı. Remy, Öğretmen'den pek fazla hoşlanma-sa da, adamın güvenini kazandığı ve ona yardımcı olduğu için kendisiyle gurur duyuyordu. Maaşımı alnımın teriyle kazandım.

Öğretmen, "Dikkatle dinle," dedi. "Silas'ı Opus Dei konuk evine götür ve birkaç sokak ötede bırak. Oradan St. James's Parkı'na git. Parlamentonun ve Big Bcn'in yanında. Limuzini Horse Guard Parade'de bırakabilirsin. Orada konuşuruz."

Bu sözlerin ardından bağlantı kesildi.

Da Vinci Şifresi

92

410



1829 yılında Kral IV. George tarafından yaptırılan King's College'ın, Parlamento'nun yanındaki İlahiyat Fakültesi, kraliyetin bağışladığı arazinin üstündeydi. King's College'ın İlahiyat Fakültesi eğitim ve araştırmada 150 yıllık deneyime sahip olmakla birlikte, 1982'de kurulan Sistematik Teoloji Araştırma Enstitüsü dünyadaki en gelişmiş ve elektronik açıdan en ileri düzeyde dini araştırma kütüphanelerinden birine sahipti.

Langdon, Sophie ile birlikte yağmurdan kurtulup, kütüphaneye girerken hâlâ titriyordu. Araştırma ana salonu tıpkı Teabing'in tarif ettiği gibiydi, on iki adet düz ekranlı bilgisayar birimi olmasaydı, Kral Arthur ile şövalyelerinin rahatça oturabileceği devasa bir yuvarlak masanın hâkim olduğu, sekizgen bir oda. Salonun arka tarafındaki danışman kütüphaneci, iş gününe hazırlanmadan önce kendine bir fincan çay yapıyordu.

Çayı bırakıp yanlarına doğru yürürken, neşeli bir sesle İngilizce, "Harika bir sabah," dedi. "Size yardımcı olabilir miyim?"

Langdon, "Teşekkürler, evet," diye cevapladı. "Benim adım..." "Robert Langdon." Tatlı tatlı gülümsedi. "Sizi tanıyorum." Langdon bir an için Fache'nin onu İngiliz televizyonlarında da göstermiş olmasından korktu ama kütüphanecinin tebessümü bunun tam tersini söylüyordu. Şöhretin getirdiği bu tür beklenmedik anlara hâlâ alışamamıştı. Ama yine de onun yüzünü yeryüzünde tanıyabilecek biri varsa, o da İlahiyat Fakültesi'ndeki kütüphaneci olabilirdi.

Elini uzatan kadın, "Pamela Gettum," dedi. Güleryüzlü ve akıcı bir sese sahip tatlı dilli bir kadındı. Boynundan sarkan çerçeveli gözlüğün camları oldukça kalındı.

411


Dan Brown

Langdon, "Memnun oldum," dedi. "Bu benim arkadaşım Sophie Ne-

veu."

İki kadın birbirlerini selamlar selamlamaz, Gettum hemen Lang-



don'a döndü. "Geleceğinizi bilmiyordum."

"Bunu biz de bilmiyorduk. Eğer sizin için fazla sorun yaratmazsa, bazı bilgilere erişmek için yardımınızı rica edeceğiz."

Gettum tereddüt ederek kımıldandı. "Genellikle dilekçe ve randevu üzerine hizmet veririz. Üniversiteden birinin misafiri olmadığınız müddetçe tabii."

Langdon başını iki yana salladı. "Korkarım haber vermeden geldik. Bir arkadaşım sizden övgüyle bahsediyor. Sir Leigh Teabing?" Langdon onun ismini telaffuz ederken hüzünlü bir acı hissetti. "İngiliz Kraliyet Tarihçisi."

Gettum şimdi anlamışa benziyordu. Güldü. "Aman Tanrım, evet. Şahsına münhasır biri. Fanatik! Buraya her gelişinde aynı arama kelimelerini kullanır. Kâse. Kâse. Kâse. Yemin ederim, bu adam ölse de arayışından vazgeçmez." Göz kırptı. "Zaman ve para imkânı insanın böyle lüksler edinmesine yardımcı oluyor, ne dersiniz? Tam bir Don Quixote."

Sophie, "Bize yardım etmeniz mümkün mü?" diye sordu. "Çok

önemli."

Gettum boş kütüphaneye göz attıktan sonra, her ikisine birden göz kırptı. "Şey, çok meşgul olduğumu iddia edemem, öyle değil mi? Giri§ yaptığınız müddetçe, kimsenin fazla kızacağını zannetmiyorum. Ne yapmayı düşünüyordunuz?"

"Londra'daki bir mezarı bulmaya çalışıyoruz." Gettum kararsız görünüyordu. "Burada onlardan yaklaşık yirmi bin tane var. Daha belirleyici bir şeyler var mı?"

"Bir şövalye mezarı. Ama ismini bilmiyoruz." "Bir şövalye. Bu, seçenekleri önemli ölçüde azaltıyor. Daha az rastlanan türden."

Sophie, "Aradığımız şövalye hakkında fazla bilgiye sahip değiliz," dedi. "Bildiklerimiz bundan ibaret." Şiirin yalnızca ilk iki satırını yazdığı kâğıt parçasını ona uzattı.

Dışarıdan birine şiirin tümünü göstermekte tereddüt eden Langdon ile Sophie, sadece şövalyeyi tarif eden ilk iki dizeyi paylaşmaya karar vermişlerdi. Sophie buna, paylaştırılmış kriptoloji diyordu. Bir istihbarat ajanı

412

Da Vinci Şifresi



hassas veriler içeren bir şifre bulduğunda, kriptograflann her biri şifrenin farklı bir bölümü üzerinde çalışırdı. Böylece şifre çözüldüğünde, kriptog-raflann hiçbiri deşifre edilen mesajın tümünü bilmezdi.

Ama bu kez tedbir aşırıya kaçmış olabilirdi; bu kütüphaneci şiirin tümünü görse, şövalyenin mezarını bulsa ve hangi kürenin kayıp olduğunu bilse bile, ele geçirdiği bilgi kripteks olmadan değersizdi.

Gettum bu ünlü Amerikalı bilginin gözlerinden, çok önemli saydığı mezarı bir an evvel bulmak için acele ettiğini anlayabiliyordu. Yanındaki yeşil gözlü kadın da endişeli görünüyordu.

Şaşıran Gettum gözlüklerini takarak, kendisine uzattıkları kâğıdı inceledi.

Papa şövalye gömmüş Londra'da. Kutsal gazap cevap olmuş ona.

Kadın misafirlerine baktı. "Bu nedir? Bir çeşit Harvard leş avı mı?" Langdon'ın attığı kahkahada zoraki bir hava vardı. "Evet, onun gibi bir şey."

Kendisine tüm hikâyenin anlatamadığını hisseden Gettum durdu. Yine de merakını uyandırmıştı, dizeleri dikkatle düşündü. "Bu dizelere göre, şövalye Tann'yı öfkelendirecek bir şey yapmış ama bir Papa, onu Londra'ya gömme nezaketinde bulunmuş."

Langdon başını salladı. "Herhangi bir çağrışım yapıyor mu?"

Gettum bilgisayarlardan birine doğru ilerledi. "Hemen şimdi yapmıyor ama bakalım veri bankasından neler bulacağız."

Geçen yirmi yıl içinde King's College Sistematik Teoloji Araştırma Enstitüsü, muazzam bir metin koleksiyonunu -dini ansiklopediler, dini biyografiler, düzinelerce lisanda kutsal yazılar, hikâyeler, Vatikan mektupları, papazların günlükleri, insan dinine ait olarak nitelendirilebilecek her türlü yazı- dijital ortama taşımak ve katalogunu hazırlamak için lisan Çevirisi yöntemleriyle birlikte optik karakter tanıma yazılımını kullanmıştı- Artık bu geniş koleksiyon gerçek sayfalar yerine bitler ve baytlar formunda olduğu için verilerin tümüne birden ulaşmak çok daha kolaydı.

413

Dan Brown



Bilgisayar istasyonlarından birinin önüne yerleşen Gettum, kâğıt parçasına göz attıktan sonra yazmaya başladı. "Başlangıç olarak belirgin anahtar kelimelerle Boolen taraması başlatacak ve ne olduğuna bakaca-

giz."


'Teşekkürler."

Gettum birkaç kelime yazdı:

LONDRA,ŞÖVALYE, PAPA

ARA tuşuna bastığında aşağıdaki devasa ana bilgisayarın saniyede 500 MB hızla verileri tararken çıkardığı vınlamayı hissetmişti. "Sistemden, bu üç anahtar kelimeyi birden içeren tüm metinleri göstermesini istedim. İstediğimizden daha fazla sonuç çıkacaktır ama iyi bir başlangıç."

Ekranda ilk sonuçlar belirmeye başlamıştı bile.

Papayı resimlemek. Sir Joshua Reynolds'ın Toplu Portreleri. Londra Üniversitesi Yayınevi.

Gettum başını iki yana salladı. "Aradığınızın bu olmadığı ortada." Sonraki sonuca indi.

Alexander Pope'un Londra Anıları. Yazarı G. Wilson Knight.

Yine başını hayır anlamında salladı.

Sistem çalışmaya devam ederken, sonuçlar eskisinden daha hızlı dökülüyordu. Çoğu on sekizinci yüzyıl İngiliz yazarı Alexander Pope'dan bahseden düzinelerce metin belirmişti. Din karşıtı, alaycı epik şiirlerinde sıkça şövalyelerden ve Londra'dan bahsetmişti.

Gettum ekranın en altında yer alan nümerik kısma bir göz attı. Mevcut sonuçları ve taranmayan veri alanından çıkabilecek sonuçların yüzdesini hesaplayan bilgisayar, bulunacak sonuçlara dair kaba bir tahmin veriyordu. Bu aramada fazlasıyla geniş bir veri ortaya çıkacağı anlaşılıyordu.

Toplam sonuçların tahmini sayısı: 2692

Aramayı durduran Gettum, "Parametreleri arttırmalıyız," dedi. "Mezarla ilgili sahip olduğunuz tek bilgi bu mu? Başka bir şey yok mu?"

414


Da Vinci Şifresi

Langdon kuşkulu gözlerle Sophie Neveu'ya baktı.

Gettum bunun bir leş avı olmadığını sezmişti. Robert Langdon'ın geçen yıl Roma'da yaptıklarıyla ilgili dedikodular kulağına gelmişti. Bu Amerikalı dünyadaki en güvenli kütüphaneye girmişti -Vatikan Gizli Ar-şivleri'ne. Langdon'ın içeride ne gibi sırlar öğrendiğini ve Londra'daki ümitsiz mezar arayışının, Vatikan'da edindiği bu bilgilerle ilgi olup olmadığını düşündü. Gettum, insanların Londra'da neden şövalye aradıklarını bilecek kadar tecrübeli bir kütüphaneciydi. Kâse.

Gettum gülümseyerek gözlüklerini düzeltti. "Leigh Teabing'in dostusunuz, İngiltere'desiniz ve bir şövalye arıyorsunuz." Ellerini kavuşturdu. "Kâse peşinde olduğunuzu tahmin ediyorum."

Langdon ile Sophie şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.

Gettum güldü. "Dostlarım, bu kütüphane Kâse'yi arayanların merkez üssüdür. Leigh Teabing de onlardan biri. Keşke her gül, Magdalah Meryem, Sangreal, Merovingian, Sion Tarikatı, vesaire, vesaire arayışımda ondan bir şilin alsaymişım. Komplolara herkes bayılır." Gözlüklerini çıkararak onlara baktı. "Daha fazla bilgiye ihtiyacım var."

Yaşanan sessizlikte Gettum misafirlerinin gizlilik arzusunun, çabuk sonuç alabilmek hırsına yenik düştüğünü anlamıştı.

Sophie, "İşte," diye atıldı. "Bildiğimiz her şey bu." Langdon'ın kalemini ödünç alarak kâğıda diğer iki dizeyi de yazdı ve Gettum'a uzattı.

Ara, küreyi kabre aitti. Güldü teni, doluydu göbeği.

Gettum içinden güldü. Gül ve doluydu göbeği kelimelerini gördüğünde, gerçekten Kâse'ymiş, diye düşündü. Başını kâğıttan kaldırarak, "Size yardım edebilirim," dedi. "Bu şiirin nereden geldiğini sorabilir miyim? Ve neden bir küre aradığınızı?"

Langdon dostça bir tebessümle, "Sorabilirsiniz," dedi. "Ama çok uzun hikâye ve çok az vaktimiz var."

"Kendi işinize bakın demenin kibar yolu."

Langdon, "Bu şövalyenin kim ve nerede gömülü olduğunu bulabilirseniz," dedi. "Size sonsuza dek müteşekkir olacağız, Pamela."

415


Dan Brown

Da Vinci Şifresi

Yeniden yazmaya başlayan Gettum, "Pekâlâ," dedi. "Ben devam edeyim. Eğer bu Kâse'yle ilgili bir meseleyse, Kâse'yle ilgili anahtar kelimeleri de aramaya dahil edelim. Başlık kısmını çıkarıp, yakınlık parametresi ekleyeceğim. Böylece çıkan sonuçlar sadece metindeki kelimeleri içeren ve Kâse'yle ilgili kelimelerin yanında belirenlerle sınırlanmış olur."

Ara: ŞÖVALYE, LONDRA, PAPA, MEZAR

100 kelime yakınında: KÂSE, GÜL, SANGREAL, KADEH

Sophie, "Bu ne kadar sürer?" diye sordu.

"Birkaç yüz terabayt içinde çok göndermeli sahayı aramak mı?" ARA tuşuna basarken Gettum'un gözleri hafifçe pırıldadı. "Yaklaşık on

beş dakika."

Langdon ile Sophie hiçbir şey söylemedikleri halde, Gettum bunun

onlara sonsuzluk gibi geldiğini hissetmişti.

Ayağa kalkıp, daha önce demlediği çaydanlığın yanına yürüyen Gettum, "Çay?" diye sordu. "Leigh benim çayıma bayılır."

416


93

Londra'daki Opus Dei Merkezi, Kensington Bahçeleri'nin kuzey parkuruna bakan 5 Örme Court adında gösterişsiz bir tuğla binaydı. Silas daha önce buraya hiç gelmemişti ama binaya yaya olarak yaklaşırken sığınma duygularının arttığını hissediyordu. Limuzini ana caddeden uzak tutmak için Remy yağmura rağmen onu biraz uzakta bırakmıştı. Yürümek Silas'ın umurunda değildi. Yağmur onu temizliyordu.

Remy'nin teklifi üzerine Silas silahını temizlemiş ve kanalizasyon ızgarasından aşağı atmıştı. Ondan kurtulduğuna memnundu. Kendini daha hafif hissediyordu. Bacakları uzun süre bağlı kalmaktan dolayı hâlâ ağrıyordu, ama Silas daha büyük acılara da katlanmıştı. Yine de Remy'nin li-muzinin arkasında bağlı bıraktığı Teabing'i düşünmeden edemedi. İngiliz acıyı hissetmeye başlamış olmalıydı.

Buraya gelirlerken Silas, Remy'ye, "Ona ne yapacaksın?" diye sormuştu.

Remy omuzlarını silkmişti. "Buna Öğretmen karar verecek." Sesinde tuhaf bir kararlılık vardı.

Şimdi Silas, Opus Dei binasına yaklaşırken yağmur şiddetini arttırmıştı ve sırılsıklam olan ağır cüppesi, bir gün öncesinin yaralarını sızlatmaya başlamıştı. Son yirmi dört saatin günahlarını ardında bırakmaya ve ruhunu arıtmaya hazırdı. İşi sona ermişti.

Ön kapıya giden küçük avludan geçen Silas kapının kilitli olmamasına şaşırmadı. Açarak, az eşyayla döşenmiş lobiye adım attı. Silas halıya bastığında, yukarıdaki elektronik zil çaldı. Sakinlerin günlerini odaların-

417


F:27

Dan Brown

da dua ederek geçirdikleri bu gibi mekânlarda ziller sıkça kullanılan bir araçtı. Silas gıcırtılı parkeler üzerindeki hareketin sesini duyabiliyordu.

Pelerinli bir adam aşağı indi. "Size yardım edebilir miyim?" Silas'ın şaşırtıcı görüntüsüne dikkat etmeyecek kadar düşünceli gözlere sahipti.

'Teşekkürler. Benim adım Silas. Opus Dei üyesiyim."

"Amerikalı mısınız?"

Silas başını salladı. "Şehre sadece bir günlüğüne geldim. Burada dinlenebilir miyim?"

"Sormanıza bile gerek yok. Üçüncü katta iki boş oda var. Size çay ve

ekmek getireyim mi?"

"Teşekkürler." Silas çok acıkmıştı.

Silas yukarıdaki tek pencereli odaya çıkarak, ıslak cüppesinden kurtuldu ve iç çamaşırlarıyla dua etmek için çömeldi. Görevlinin yukarı çıkıp, kapısının önüne tepsiyi bıraktığını duydu. Silas dua etmeyi bitirdi, yemeğini yedi ve uyumak üzere yattı.

Üç kat aşağıda bir telefon çalıyordu. Silas'ı karşılayan Opus Dei üyesi telefona cevap verdi.

Arayan kişi, "Londra polisi," dedi. "Albino bir keşiş bulmaya çalışıyoruz. Orada bulunabileceğine dair istihbarat aldık. Onu gördünüz mü?"

Adam şaşırmıştı. "Evet, o burada. Bir terslik mi var?"

"Şimdi orada mı?"

"Evet, yukarıda dua ediyor. Neler oluyor?"

Memur, "Onu olduğu yerde bırakın," diye emretti. "Kimseye tek kelime etmeyin. Hemen memur gönderiyorum."

Vinci Şifresi

418

94

Westminster, Buckingham ve St. James saraylarını çevreleyen St. James Parkı Londra'nın ortasında bir yeşillik deniziydi. Bir zamanlar Kral VIII. Henry'nin kapattığı ve içini avlanmak için geyikle doldurduğu park, artık halka açıktı. Londra'lılar güneşli günlerde söğütlerin altında piknik yapar ve Rus büyükelçisinin II. Charles'a hediye ettiği pelikanların gölde yaşayan torunlarına yem atarlardı.



Öğretmen o gün etrafta pelikan görememişti. Fırtınalı hava beraberinde okyanustaki martıları taşımıştı. Çimenler onlarla doluydu. Hepsi de aynı yöne bakan yüzlerce beyaz figür sabırla nemli rüzgârın geçmesini bekliyordu. Sabah sisine rağmen parktan Parlamento Binası'yla Big Ben'in muhteşem manzaraları görülebiliyordu. Meyilli çimenlerden, ördek havuzunun yanından ve su damlayan söğüt ağaçlarının ince siluetlerinin önünden geçen Öğretmen, şövalyenin mezarının bulunduğu binanın sivri kulelerini görebiliyordu. Remy'ye buraya gelmesini söylemesinin asıl sebebi buydu.

Öğretmen, park etmiş limuzinin ön yolcu kapısına yaklaşırken Remy uzanarak kapıyı açtı. Dışarıda biraz duran Öğretmen, yanında taşıdığı konyak matarasından bir yudum aldı. Ardından ağzını kurulayarak, Remy'nin yanına geçti ve kapıyı kapattı.

Remy kilit taşını bir ödül gibi tutuyordu. "Neredeyse kayboluyordu." Öğretmen, "İyi iş çıkardın," dedi.

Kilit taşını Öğretmen'in sabırsız ellerine bırakan Remy, "İyi iş çıkardık," diye yanıtladı.

419

Dan Brown



Öğretmen uzun süre hayranlıkla bakarak gülümsedi. "Peki ya silah?

Temizledin mi?"

"Bulduğum yere geri koydum, torpido gözünde."

"Mükemmel." Konyaktan bir yudum daha alan Öğretmen matarayı Remy'ye uzattı. "Başarımızı kutlayahm. Sona yaklaştık."

Remy şişeyi minnetle kabul etti. Konyağın tuzlu bir tadı vardı ama Remy önemsemedi. O ve Öğretmen artık gerçekten ortak olmuşlardı. Hayatının daha yüksek bir konuma yükseldiğini hissedebiliyordu. Bir daha asla u§ak olmayacağım. Remy aşağıdaki ördek havuzuna bakarken Chateau Villette çok uzaklarda kalmış gibiydi.

Mataradan bir yudum daha alan Remy, konyağın kanını ısıttığını hissetmeye başlamıştı. Bununla birlikte Remy'nin boğazındaki sıcaklık, yerini rahatsızlık verici bir yanma hissine bıraktı. Papyonunu gevşeten Remy ağzındaki kumluluk hissinden rahatsız olarak matarayı Oğretmen'e geri uzattı. Zayıf bir sesle, "Galiba yeterince içtim," diyebildi.

Öğretmen, "Remy, senin de farkında olduğun gibi, yüzümü gören tek kişi sensin. Sana çok güvendim," dedi.

Papyonunu daha da gevşetirken ateşinin yükseldiğini hisseden Remy, "Evet," dedi. "Ve kimliğin mezara kadar bende saklı kalacak."

Öğretmen bir süre sessiz kaldı. "Sana inanıyorum." Matarayla kilit taşını cebine atarak, torpido gözüne uzanan Öğretmen, küçük Medusa'yı çıkarttı. Remy bir an için korkuya kapıldı ama Öğretmen onu da pantolonunun cebine soktu.

Ne yapıyor? Remy aniden terlemeye başlamıştı. Artık üzüntülü bir tonla konuşan Öğretmen, "Sana özgürlük vaat ettiğimi biliyorum," dedi. "Ama içinde bulunduğun şartları göz önüne aldığımda, yapabileceğimin en iyisi bu."

Boğazındaki şişkinlik Remy'yi deprem gibi sarstı. Daralan soluk bo-rusundaki kusmuk tadıyla, boğazını kavrayarak direksiyonun üstüne doğru sendeledi. Arabanın dışından duyulmaya yetmeyecek kadar kısık bir çığlık atabildi. Konyaktaki tuz tadı etkisini göstermişti. Öldürülüyorum!


Yüklə 1,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə