H firat küçük-Burjuva Popülizmi ve Proleter Sosyalizmi


DÖRT “SINIFA YÖNELİMDE PARTİMİZİN PERSPEKTİFİ”



Yüklə 0,87 Mb.
səhifə5/10
tarix06.02.2018
ölçüsü0,87 Mb.
#26154
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

DÖRT

SINIFA YÖNELİMDE PARTİMİZİN PERSPEKTİFİ”



(POPÜLİZM VE SOSYALİZM)

Z. Ekrem’in broşüründe, “Sınıfa Yönelimde Partimizin Perspektifi” başlıklı bir kaç sayfalık ayrı bir bölüm var. Bu başlık altındaki tartışma şu ana kadar tartıştığımız konunun bir parçası, doğrudan bir uzantısı. Fakat biz de Z. Ekrem’e uyuyor ve onu ayrı bir bölüm halinde inceliyoruz.



Gündem Önerisi'nin tespiti şöyleydi: “TDKP, şehir ve kırın küçük-burjuva devrimci demokrat hareketiyle birleşerek kuruldu. TDKP’nin siyasal ve örgütsel faaliyetinin merkezinde hep küçük-burjuvazinin değişik katmanları esas yeri tutmuştur. Lafta söylenen ne olursa olsun, işçi sınıfının yeri ve önemi tali olmuştur. Olduğu kadarıyla da, işçi sınıfına sosyalizm perspektifiyle değil, küçük-burjuva devrimci-demokrat bir perspektifle gidilmiştir.” (Belgeler-2, s.25)

Bu paragrafta özetlenen iki ana tespitten birincisi, Z. Ekrem’in yarattığı uygun tartışma fırsatı sayesinde, yazımızın şu ana kadarki(109)bölümünde yeterli açıklıkta incelenmiş bulunuyor. Son cümlede ifade edilen ikinci tespit ise, şimdiki incelememizin konusu.

Z. Ekrem broşürünün 18. sayfasında şunları yazıyordu: “İnkarcı-tasfiyeci tutum sınıf içindeki faaliyetimizi yok saydığı için sınıf içindeki faaliyetimizin irdelenip gerekli sonuçların çıkarılmasını engeller.”

TDKP’nin özellikle Ekim Konferansı sonrasında giriştiği işçi sınıfı içindeki çalışmasını yok saymak mümkün değil. Bunun yok sayılmadığını Gündem Önerisi'nden aktarılan yukarıdaki parça açıkça gösteriyor; ve zaten Z. Ekrem de “Sınıfa Yönelimde Partimizin Perspektifi” ara başlığı altında giriştiği tartışmayla bunun yok sayılmadığını kabul etmiş oluyor.

Popülist olmak, hiç de işçi sınıfına büsbütün uzak kalmak demek değildir. Halk sınıf ve tabakalarından biri olarak, “halk”ın bir parçası olarak işçi sınıfının elbette ki bir yeri ve değeri olacaktır. Hele de Marksizm adına, proleter sosyalizmi adına hareket ediliyorsa, başka türlü bir davranış, işçi sınıfını hepten yok sayan bir davranış, aklın ve mantığın sınırlarını aşar.

Rus Narodnikleri marksist değillerdi. İşçi sınıfının tarihsel rolünü lafta bile kabul etmiyorlardı. Yalnızca köylülüğe dayanmak gerektiğini düşünüyorlardı. Fakat Rus toplumunun nesnel iktisadi gelişmesi, bu temel üzerinde Rus işçi hareketinin gelişip güçlenmesi ve Rus devriminin seyri Narodnik teorilerin tarihsel iflasını hazırladı. Bu nedenledir ki, yüzyılın başında o günkü Rusya’da Narodnik hareketin devamı olan Sosyalist Devrimciler, temel konularda Narodnik ideolojinin etkilerini hala taşıyor olmakla birlikte, iktisadi ve sosyal gelişmenin kaçınılmaz sonuçları karşısında işçi sınıfına, onun toplumsal gücüne artık eski Narodnikler gibi ilgisiz kalmıyorlardı.

Çağdaş popülizmde durum daha da farklıdır. Çağdaş popülist akımlarda, ne köylülüğe dayanan Asya türünde, ne de daha çok şehir küçük-burjuvazisine dayanan Latin Amerika türünde, işçi sınıfının tarihsel rolünün lafta inkarı söz konusu değildir. Tersine bu akımlar bizzat proletarya ve sosyalizm adına ve marksist bir görünümle ortaya çıkarlar. Bu akımların ülkemizdeki benzerleri(110)için de aynı şey geçerlidir. Ne M. Çayan, ne İ. Kaypakkaya işçi sınıfını, onun tarihsel rolünü yok saymışlardır yazılarında. Kim ki kalkar, İ. Kaypakkaya’nin yazılarında, yani kağıt üzerinde, işçi sınıfını, onun tarihsel rolünü, devrimde önderliğini, bu önderliğin yalnızca ideolojik değil, fakat aynı zamanda politik ve örgütsel bir önderlik olduğu fikrini lafta reddettiğini söylerse, Z. Ekrem’in öfkeli deyimiyle, bu “tamamen klinik bir olay olur”. Fakat bütün bunlar, İ. Kaypakkaya’nın teorik-siyasal görüşlerinin özünde popülizmin maocu türü olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmaz.

Bildiğimiz kadarıyla, 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış olan Rus Narodizmi’nden sonra, modern tarihte işçi sınıfını yok sayan bir popülist akım görülmemiştir. Marksizm iddiası taşımayan Dr. Sun Yat Sen bile, -ki Lenin onu bir popülist olarak niteler- Çin'in bilinen o çok geri koşullarında işçi sınıfına kayıtsız kalmamıştır.

Bütün bu basit gerçekler niye tekrarlanıyor? Teorisyen Z. Ekrem, özellikle 1978 sonlarından itibaren, işçi sınıfına belirli bir yöneliş içine girmemizi, bu doğrultuda belirli bir faaliyet yürütmüş olmamızı çok büyük başarı sayıyor da ondan. Türkiye gibi bir ülkede, işçi sınıfının o gelişmişlik düzeyinde, 1975 sonrasında işçi sınıfı hareketinin o bilinen canlılığı koşullarında, üstelik Marksizm adına hareket edilirken, işçi sınıfını hepten yok saymak; bu olmayacak, düşünülemeyecek bir şeydir. Özellikle 1978 sonrasında, işçi hareketine ilgisiz kalmak şu veya bu grubun iradesini aşan bir şeydi. Bu nedenledir ki, Partizan gibi kaba maocu bir akım bile işçi sınıfına ilgisiz kalmamış, en büyük etkinliğini de İstanbul-İzmit’te ve bir bakıma işçiler arasında sağlamıştır. TDKP’nin yönelişini aynı nitelikte görmek, yani kendiliğindenci bir pratik davranışa indirgemek elbette doğru değil. Onun yönelişinde, özellikle Mao eleştirisi sonrası ideolojik ilerlemesinin de etkisi büyük. Fakat eski popülist ufkun gerçekte aşılamadığı ve proleter sınıf kavrayışının kazanılamadığı da şimdiye kadarki tartışmalarla gösterilmiş bulunuyor.

Ekonomizm ve menşevizm, bizzat Rus işçi hareketi bünyesinden çıkmış iki ana sapmaydı. II. Enternasyonal’in oportünist parti(111)leri esası itibarıyla işçi hareketine dayalı idiler. Liberal bir işçi politikası izleyen Şefik Hüsnü TKP’sinin esas çalışma alanı, çalışmadaki bütün darlığa rağmen yine de işçi sınıfıydı. Çağdaş modern revizyonist partilerin esas güç kaynakları bugün de işçi sendikalarıdır. Yerli revizyonist partilerimiz yıllardır işçi sınıfı içinde çalışıyorlar vb. Bütün bunlardan çıkan sonuç, işçi sınıfı içinde olmanın, işçi sınıfını temel çalışma alanı olarak seçmenin tek başına hiçbir şey ifade etmediği gerçeğidir. Sorun işçi sınıfı içinde marksist-leninist bir ideolojik-siyasi konumda olmak, proleter sosyalist bir platformu temsil etmek, proleter komünist sınıf bakış açısıyla işçi sınıfının sosyalist siyasal hareketini yaratma hedef ve çabasında olmaktır. Sorunun özü budur.

Sorunun özü bu iken, bizde hala işçi sınıfına gidilip gidilmediğinin, ne zaman ve ne ölçüde gidildiğinin küçük-burjuva demokratik harekete nispetle işçi sınıfı içinde çalışmaya verilen önemin ne olduğunun vb. tartışılması, yalnızca devrimci hareketin geriliğini ve ilkelliğini gösterir. İşçi sınıfının komünist partisini inşa gibi bir iddiayla yola çıkmış, fakat ancak yıllar sonra işçi sınıfına yönelmiş bir hareketin teorisyeninin, yıllar sonra kalkıp işçi sınıfına da gidildiğini ispatlamaya çalışması bile, bu hareketin küçük-burjuva popülist konumunun bir kanıtıdır. Elbette işçi sınıfına da gidilecekti; fakat bu kadarı popülist olmaya engel değil ki!

Marksizm adına hareket eden, bu iddiada olan bir partide, 20. yüzyılın son çeyreğinde hala bu konuların tartışılıyor olması ilk bakışta çok şaşırtıcı görünüyor. Fakat sorun belirli ulusal ve uluslararası tarihsel etkenlerin ışığında ele alındığında biraz olsun anlaşılır oluyor:

“Bizde TİP-MDD ayrışmasının MDD kanadının bir varyasyonu olarak doğan devrimci küçük-burjuva popülizmi, gerçekte çağdaş uluslararası bir akımdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlık kazanmıştır. Emperyalist sömürünün yıkıma uğrattığı küçük-burjuvazinin ve köylülüğün devrimci başkaldırısının ifadesidir. Asya ve Afrika ülkelerinde daha çok köylülüğe dayalı ve ulusal kurtuluşçu niteliktedir. Latin Amerika ülkelerinde ise, daha çok küçük-burjuvaziye dayalı anti-emperyalist demokratik nitelik(112)taşır. Fakat çağımızın proleter devrimler çağı olmasını belirleyen olgular, halkların sosyalizm isteği ve sosyalizmin halklar nezdinde özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası kazandığı büyük prestij, küçük-burjuva popülizminin Marksizm ve sosyalizm adına ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Çin, Vietnam ve Küba devrimleri, bu çağdaş akıma özel bir güç ve itilim kazandırmıştır. Maoculuk, Kastroculuk, Gueveracılık bunun değişik biçimleri olmuşlardır. 1960’larda, modern revizyonizmin devrim düşmanı konumuna duyulan tepki ve ÇKP’nin modern revizyonizme karşı görünüşteki mücadelesi, küçük-burjuva popülizminin maocu biçimine özellikle Asya ülkelerinde güç kazandırmıştır. Benzer gelişme, Küba devriminin etkisiyle de birleşerek, Latin Amerika ülkelerinde Kastroculuk, Gueveracılık açısından olmuştur.” (Yakın Geçmişe Genel Bir Bakış ve Platform Taslağı, s.24-25)

Bu uluslararası tarihsel etkenler içinde, modern revizyonizmin dünya komünist ve işçi hareketi saflarında yarattığı ve hala da giderilememiş olan büyük ideolojik ve maddi tahribatı ve bunun çağdaş popülist akıma etki alanı sağladığı gerçeğinin önemini vurgulamak gerekiyor.

Salt ulusal etkenler arasında, sosyalist bir işçi hareketi geleneğinin olmamasının yanısıra, 1960’ların ve 1970’lerin ikinci yarılarında yaşanan devrimci yükseliş içinde şehir küçük-burjuvazisinin tuttuğu özel ve etkin yer belirtilebilir.

Artık asıl konumuza, “Sınıfa Yönelimde Partimizin Perspektifi” sorununa geçebiliriz.

Şunu hemen belirtelim ki, bu sorun, başta devrim teorisi olmak üzere çok kapsamlı bir teorik tartışma ve bu temelde bir program tartışması konusudur. Bu ise bizim buradaki tartışmamızın boyutlarını ve amacını çok çok aşar. Biz sorunu yalnızca Z. Ekrem’in görüş ve iddiaları çerçevesinde ele alacağız. Daha kapsamlı bir tartışma için Z. Ekrem’in ve TDKP içinde veya dışında devrimci küçük-burjuva popülizminin başka temsilcilerinin bize daha uygun yeni fırsatlar yaratacakları kesindir. Devrim kavrayışı sorunu, Türkiye’de, devrimci küçük-burjuva popülizmiyle ideolojik hesaplaşmanın ve ondan köklü bir kopuşu gerçekleştirmenin ana ekseni(113)dir.

Her zamanki gibi, konuyla ilgili önce Z. Ekrem’i dinliyoruz: “İşçi sınıfına sosyalizm perspektifiyle değil, küçük-burjuva devrimci-demokratik perspektifle gidilmiştir. H.Fırat yoldaş böyle diyor, doğru mu?”

“Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, perspektif sorunu her şeyden önce bir program sorunu, asgari ve azami program sorunu, iki program arasında kurulan ilişki sorunudur. Anti-emperyalist demokratik devrim aşamasındaki ülkemizde, devrimci proletaryanın marksist-leninist partisinin demokratik ve sosyalist görevler arasında kurduğu ilişki sorunudur.”

“Partimizin programı, biri asgari (demokratik) öteki azami (sosyalist) olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Birilerinin kalkıp da, partimizin programındaki amaçlarının, anti-emperyalist demokratik devrimle sınırlı olduğunu ileri sürmesi durumunda, sorun siyasi-ideolojik bir sorun değil, tamamen klinik bir olay olur. Bu da partimizin değil tıbbın sorunudur.' (Broşür, s.23)

Z. Ekrem, bu TDKP bünyesiyle sınırlı olsa da 10 yıllık teorisyen şanına sahiptir; ama bilimsel nitelikteki tartışmalarda her şeyden önce soğukkanlı olmak, sükuneti korumak gerektiği kuralından hala da habersizdir. Biz önce onu sükunete çağıralım, sonra da kendimiz sükunetle onun görüşlerini inceleyelim.

Gündem Önerisi'nde, TDKP’nin kağıt üzerindeki program amaçlarından değil, işçi sınıfına geç kalmış yönelişinde taşıdığı ve hayatın içinde sergilediği gerçek ideolojik-siyasi kavrayıştan, işçi sınıfına gerçekte nasıl bir bilinç taşıdığından söz ediliyor. Bu böyleyken, Z. Ekrem’in kalkıp “partimizin programındaki amaçlar”dan dem vurması ve inandırıcı olmayan bir öfke nöbeti içine girmesinin ne anlamı var ki? Z. Ekrem’in mantığından hareket edecek olursak, biz ne siyasal tarihte ve ne de bugünün dünyasında eleştirecek oportünist parti buluruz. Menşeviklerin ve II. Enternasyonal partilerinin “program amaçları”nda sosyalizm yok muydu? Mao Zedung ÇKP’sinin programı “biri asgari (demokratik) öteki azami (sosyalist) olmak üzere iki bölümden” oluşmuyor muydu? Sahip olduğu 1926 programı açık olarak sosyalizm hedefi öngördü(114)ğüne göre, eski TKP’nin sağ oportünist, burjuva kuyrukçusu olduğu eleştirisinin anlamı nedir o halde? Peki demokratik ve sosyalist hedefleri birlikte öngören, demokratik devrimden sosyalist devrime kesintisiz geçişi savunan İ. Kaypakkaya’nın eleştirilmesi neden? Bugünün Türkiye’sinde var olan ve sosyalist etiketi ya da iddiası taşıyan hangi grubun ve partinin program ya da platform amaçları sosyalizmi öngörmüyor ki? Daha da ötesi, en pespaye revizyonistler hariç, bugünün Türkiye’sinde hangi marksist etiketli grup lafta proletarya diktatörlüğünü savunmuyor ki? vb., vb...

Z. Ekrem insanı bazen çocukça bir tartışma ve muhakeme alanına çekiyor. Yukarıda örnek olarak sıralanan partilerden biri, örneğin Mao Zedung ÇKP’si adına, “partimiz programı, biri asgari (demokratik) öteki azami (sosyalist) olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Birilerinin kalkıp da, partimizin programındaki amaçlarının, anti-emperyalist demokratik devrimle sınırlı olduğunu ileri sürmesi durumunda, sorun siyasi-ideolojik bir sorun değil, tamamen klinik bir olay olur. Bu da partimizin değil tıbbın sorunudur” dense, kendi muhakeme mantığıyla Z. Ekrem’in diyecek ne sözü kalır?

Perspektif sorunu neden her şeyden önce kağıt üzerindeki program sorunu olsun ki? Eğer böyle olsaydı, “genel olarak bir partinin resmi programı, onun ne yaptığından daha az söz konusudur” (Engels) sözünün ne anlamı kalırdı? RSDİP’in II. Kongresinde en geniş birlik resmi programın kabulü ve onayında sağlanmıştı. Oysa en büyük ayrılık, gerçek ideolojik-siyasal kavrayışın ortaya çıkağı somut sorunlarda (işçi hareketine yaklaşım, liberal burjuvaziye yaklaşım, örgüt sorununa yaklaşım vb.) çıkmıştı. RSDİP içindeki büyük tarihsel bölünme de program amaçlarında değil, fakat bu somut sorunlar etrafında yaşanmıştı.

Şu ana kadar söylenenler, TDKP’nin resmi görüşü olan ve Z. Ekrem tarafından tekrarlanan “anti-emperyalist demokratik devrim aşamasındaki ülkemiz” görüşünün doğruluğu varsayılarak söylendi. Bu varsayımı biraz daha koruyalım ve Z. Ekrem’in iddia ve görüşlerini incelemeyi sürdürelim: “Öte yandan partimiz, hiçbir zaman iki devrim arasında ‘Çin Şeddi’ olduğu anlayışına sahip(115)olmadı. Sosyalist görevleri, demokratik devrimden sosyalist devrime kesintisiz geçişi savundu. Anti-emperyalist demokratik devrim aşamasındaki sosyalist görevlere dikkat çekti. Bu görevler yerine getirilmedikçe sosyalist devrime kesintisiz geçişin sağlanamayacağını vurguladı.” (s.23)

Kuşkusuz akademik polemiklerde, Z. Ekrem ve diğer teorisyenlerimiz bu noktaları döne döne vurgulamışlardır. Fakat TDKP’nin üç temel siyasal belgesine dayanılarak, bütün açıklığıyla gösterildiği gibi, TDKP, sınıfa, sınıf hareketine ve parti sorununa yaklaşımda marksist değil, popülist bir konumdadır. Proletaryanın sosyalist siyasal hareketini yaratmak perspektifi ve çabasından uzaktır. Oysa “anti-emperyalist demokratik devrim aşamasındaki sosyalist görevlerin” özü, esası budur. “Bu görevler yerine getirilmedikçe sosyalist devrime kesintisiz geçiş sağlanamayacağına” göre, bu, TDKP’nin, demokrasi ve bağımsızlıkla sınırlı devrim ufkunu ve dolayısıyla da devrimci demokrat siyasal özünü ortaya koyar.

Z. Ekrem bunun aksini Kongre Belgeleri’nin “İşçi Sınıfı İçindeki Sendikal Faaliyetimiz” başlıklı bölümden yapılan ve kapitalizmin teşhiri ve sosyalizm progapandasının önemini vurgulayan alıntılarla kanıtlamaya çalışıyor. İşçi sınıfı içindeki faaliyeti sendikal faaliyet düzeyine indirgemenin ne anlama geldiği üzerinde daha önce duruldu. Z.Ekrem'in bu bölümden dayanak aramak durumunda kalması bile sorunu (ve onun kavrayışını) aydınlatmaya yetiyor.

İşçi sınıfı içindeki çalışmada “tipik ‘sol’ çocukluk hastalıkları” yaşandığını ve bunların bir kısmının Kongre Belgeleri’nde savunulduğunu (Z.Ekrem’in kendine dayanak ettiği o aynı bölümde!) söyleyen teorisyenimiz, bu tür hastalıkların sınıfa küçük-burjuva yaklaşımdan kaynaklandığını düşünmüyor mu? Sözde sınıfa sosyalist bir perspektifle gidildiğinin kanıtı olan bölüm, aynı zamanda sınıfa küçük-burjuvaca yaklaşımın en kaba ve en keskin örneklerinin de yansıdığı bölüm değil midir? Sınıfa küçük-burjuva yaklaşım, sınıfa devrimci demokrasi perspektifiyle gitmenin öteki yüzü değil midir?

Bir ülke anti-emperyalist demokratik devrim aşamasında olsa bile, bu olgu, iki ayrı toplumsal gücün (proletarya ve köylülük)(116)niteliği ve amaçları farklı iki ayrı mücadelesi (proletaryanın sosyalist, köylülüğün demokratik mücadelesi) gerçeğini ortadan kaldırmaz. Devrimci proletarya, bir an olsun, ayrı bir sınıf olduğunu, kendi sınıf amacının, burjuvaziyi devirerek kendi sınıf iktidarını kurmak ve sosyalizmi gerçekleştirmek olduğunu unutmaz. Demokrasi mücadelesi içinde tutarlıca yer alması, bu mücadelenin başını çekmesi, bu demokratik mücadelesinde köylülüğe önderlik etmesi de, yalnızca kendi asıl sınıf amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Tartışma konumuz açısından sorunun en can alıcı yanı, proletaryanın, kendi sınıf amaçları temelinde, sosyalist bir temelde eğitildiği ölçüde, demokrasi mücadelesinin tutarlı ve önder bir gücü haline gelebileceği ve bu mücadeleyi kendi siyasal sınıf iktidarını kurma mücadelesine vardırabileceği gerçeğidir. İşçilere demokrasi bilinci sosyalist bilinç temelinde verilmeli ve demokrasinin onlar için sosyalizme giden yolu açma aracı olduğu öğretilmelidir.

TDKP’nin sınıf içindeki siyasal faaliyetinde bu perspektifle hareket ettiğini iddia etmek gerçeği çarpıtmak olur. TDKP işçilere sosyalizm, burjuvaziyle savaş bilinci değil; demokrasi bilinci taşıdı esas olarak. Kendi sosyalist sınıf amaçlarından kopuk bir demokrasi bilincinin, işçi sınıfını, en fazladan küçük-burjuva devrimci demokrasinin bir uzantısı yapacağı kaçınılmaz olgusunu göremedi, işçilere “İşçilerin, Köylülerin Bağımsız ve Demokratik Türkiyesi İçin İleri!” mutlaklaştırılmış hedefini gösterdi. Sosyalizm hedefi bu Çin Seddi”nin öte yanında kaldı, sisli bir geleceğin sorunu olarak görüldü. Proleter sınıf mücadelesinin iki biçimi arasındaki temel ayrımı, sosyalist mücadele ile genel demokratik mücadele arasındaki fark karartıldı. İşçi hareketi genel demokratik hareketin bir bileşeni olarak görüldü; işçi sınıfının burjuvaziye karşı sosyalizmi hedeflemesi gereken mücadelesi, genel demokratik mücadeleye feda edildi. Bir ülke demokratik devrim aşamasında olsa bile, proletaryanın burjuvaziye karşı sosyalizm için giriştiği mücadelenin bugünden var olduğu, siyasal demokrasinin, sosyalist nitelikteki bu mücadele için yalnızca daha elverişli, daha olgunlaşmış koşullar yaratacağı, yolunu açacağı gerçeği kavranamadı.

Belirtmeye gerek yok ki, resmi program amaçlarından değil,(117)sınıfa yönelik faaliyetin somut ve gerçek içeriğinden, bu içeriğin ifade ettiği perspektiften söz ediyoruz. Varsın Z. Ekrem, bu faaliyeti içinden yaşamış partililerin önünde durumun başka türlü olduğunu iddia etsin.

Daha önce de hatırlatıldığı gibi, şu ana kadar söylenenler, Z. Ekrem’in, “anti-emperyalist demokratik devrim aşamasındaki ülkemiz” görüşü doğru varsayılarak söylendi.

Sloganlaştırılıp fetiş haline getirilmiş ve daha düne kadar TDKP’nin alamet-i farikası olarak kullanılmış isimlendirmeyi değiştirerek de olsa (“Ulusal Demokratik Halk Devrimi” yerine, “anti- emperyalist demokratik devrim”!), Z. Ekrem TDKP’nin bilinen resmi görüşünü tekrarlıyor. (Yalnızca ismini değiştirmek, bir şeyi değiştirmiyor!) Bu resmi görüş özet olarak şöyleydi: “Türkiye, komprador-tekelci kapitalizmin ve feodal kalıntıların hüküm sürdüğü, emperyalizmin egemenliği altında yarı-sömürge, yarı-feodal geri bir tarım ülkesidir. Bu durum, ülkemizin hala demokratik devrim süreci içinde bulunmasını belirlemekte(dir).” (Kongre Belgeleri, s.222)

“Türkiye bugün demokratik devrim (Ulusal Demokratik Halk Devrimi) aşamasındadır. Bu devrim emperyalizm ve feodalizm ile ezilen halk kitleleri arasındaki temel çelişme (çelişmeler) üzerinde yükselmektedir. Ulusal Demokratik Halk Devrimi için proletaryanın önderliğinde komprador kapitalizm ve feodalizmi hedef alan, emperyalist sömürü ve soyguna ve komprador-feodal ilişkilerin varlığına son verecek bir devrimdir. O, böylece emperyalizmin, komprador kapitalizmin ve feodalizmin gelişmesini önlediği emek-sermaye çekişmesinin derinleşip, çözülmek üzere gündeme gelmesine yolaçacak; bu temelde de, şimdiden taşıdığı sosyalist unsurların gelişmesiyle kesintisiz olarak sosyalizme doğru ilerleyecektir.” (age„ s.229)

Devamla, emperyalizm çağında demokratik devrimin kapsamının genişlediği, fakat özünün değişmediği belirtildikten sonra, şunlar söyleniyor: “O köylü-toprak devrimi olmaya devam eder. Çünkü emperyalist egemenliğin temeli feodalizm olmaya devam ettiği gibi, yarı-feodal bir ülkede emperyalizme karşı yürütülen mücadele(118)de bir köylü toprak mücadelesi olabilir.” (age., s.230)

Teorisyen Z. Ekrem broşürünün bir yerinde, “H.Fırat yoldaş, partimizin taktiklerini, siyasal ve örgütsel pratiğini, onun ‘asil topuğu’ (doğrusu ‘Aşil’ olacak!) sanıyor” (s.55) diyor ve ekliyor: “Yanılıyor”. Oysa TDKP’ye “Aşil topuğu” aranacaksa eğer, bu tam da teorisyenimizin geliştirdiği ve yukarıda özeti sunulan sosyoekonomik yapı ve devrim teorisidir. Bu teorinin en olgun ifadesi Mao eleştirisi sonrasının temel belgesi olan Kongre Belgeleri olduğu için, özet özellikle bu belgelerden aktarıldı. Mao eleştirisi sonrasında temel maocu formülasyonların aynen korunduğunu yukardaki aktarmalardan daha iyi ne gösterebilirdi? Türkiye yarı-sömürge yarı-feodal geri bir tarım ülkesidir; temel çelişme emperyalizm ve feodalizmle halk arasındadır; ülkedeki emperyalist egemenliğin temeli feodalizmdir; ülke demokratik devrim aşamasındadır; bu devrimin özü köylü toprak devrimidir; yarı-feodal bir ülke olan Türkiye’de emperyalizme karşı yürütülen mücadele bir köylü toprak mücadelesidir vb. vb.

Peki bu teoride özgün olan ne? Bu formülasyonların tümü ünlü Çin formülasyonları değil midir?

“Partimizin teorisini geliştiren yoldaşlar”ın gerçekte geliştirdiği bir şey yoktur. Onlar marksist teoriyi özümseyip, marksist-materyalist yöntemle Türkiye toplumunun nesnel gelişme düzeyini ve sınıf ilişkilerini tahlil edip, Türkiye proletaryasının tarihsel ve güncel görevlerini bu temelde saptayacaklarına, Maocu kalıpları Türkiye toplumuna adapte etmeye kalktılar ve bununla yetindiler. Türkiye toplumuna geriden, 1930’lar Çin’inden baktılar. Fakat Türkiye toplumu, 1930’ların Çin’iyle kıyaslanmayacak ölçüde kapitalist ilişkilerin geliştiği bir toplumdu. Çin kalıpları böyle bir toplumun bünyesine uymuyordu. İşte teorisyenlerimiz özgünlüklerini bu noktada gösterdiler, bu kalıpları Türkiye toplumuna uydurabilmek için gerçekleri kaba bir şekilde zorladılar. “En gelişmiş kapitalist işletmelerde ya da kapitalizmin en çok geliştiği tarımsal yörelerde mikroskopla feodal ilişkiler aradı”lar; “bulunduğunda da aynalarla büyütüp yansıttı”lar. “Bu feodal ilişkilerin ekonomik toplumsal yapıdaki gücünün ya da yerinin abartılmasına, kapitalist(119)işletmelerin niteliğinin bile tartışılmasına yol açtı.” (Bkz. Z. Ekrem’in ekte yayınlanan yazısı)

Görüldüğü gibi, teorisyenlerimizin biricik özgünlüğünü, maddi gerçeğe karşı direnmek ve marksist bilimsel yöntemi toprağa gömmek oluşturuyor. Geriye kalanı, maocu formülasyonların kaba bir tekrarından ibarettir. Bu ise, kişiyi belki özgün yapar ama, asla teorisyen yapmaz. Biz yine de onları “teorisyen” olarak görmeyi sürdürelim ve teorisyen Z. Ekrem’i dinleyelim: “Aydınlık revizyonistleri ve tüm ‘Üç Dünya’ teorisyenleri, Mao Zedung’un çağımızın en büyük marksist-leninisti olduğunu söyleyip, ‘Üç Dünya Teorisi’nin Mao Zedung tarafından ortaya konulduğunu ileri sürerlerken, Stalin ve onun önderliğindeki Komintern tarafından saptanan tezleri ve bu tezlerin Mao Zedung tarafından Çin devriminin pratiğiyle birleştirilerek yaratıcı bir şekilde geliştirilmesiyle ortaya konan sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ekonomik yapısına, sınıf ilişkilerine ve bu ülkelerin emperyalizmle olan bağlarına ilişkin tahlilleri bir yana itiyorlar. Sudan kaçan kuduz köpekler gibi, Marksizm-Leninizm’in sömürge ve yarı-sömürgelere ilişkin tezlerinden. Mao Zedung’un bu tezlerden kalkılarak, ancak onları yaratıcı bir şekilde geliştirerek yaptığı tahlillerden kaçıyorlar.” (Z. Ekrem, Oportünist 'Üç Dünya Teorisi’ ve ‘Üç Dünyacı’ Aydınlık Revizyonizmi, s.35, vurgular bizim)

Z. Ekrem’in bu kitabı, Üç Dünya Teorisi’nin eleştirisinin ileri bir safhasında, Mao’ya karşı ciddi tereddüt ve kuşkuların yaşandığı bir dönemde, 1978'de yayınlandı. Yukarıdaki pasaj, teorisyenlerimizin teori ve tahlillerinin kaynağını net bir şekilde gösteriyor. Sosyo-ekonomik yapı ve sınıf tahlillerinde, buna bağlı olarak da temel çelişme tahlilinde (’’emperyalizm ve feodalizm ile halk arasındaki çelişme”) maocu formülasyonlar esas alınırsa, bunun üzerine ancak maocu-popülist devrim teorisi oturtulur.

Topluma geriden bakmak, toplumsal gelişme düzeyini ve sınıf ilişkilerini geriden tespit etmek demek, proletaryayı geri görevlere mahkum etmek, dolayısıyla, kaçınılmaz ve nesnel olarak, onu reformist burjuvazinin yedeği ya da küçük-burjuva demokrasisinin eklentisi durumuna düşürmek demektir. Önümüzdeki dönemde(120)ideolojik tartışmaların odağını oluşturacak popülist teori ve tahlillerin, onun bir parçası olarak da TDKP teori ve tahlillerinin ‘Aşil topuğu’ işte asıl buradadır. İşçi sınıfı hareketine ve parti sorununa popülist yaklaşımlar da asıl buradan kaynaklanmaktadır. TDKP’nin sosyo-ekonomik yapı ve devrim sorununa yaklaşımıyla sınıfa ve parti sorunlarına yaklaşımı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Popülist teori ve tahliller, içinde eklektizmi taşısa da, zincirlemedir. “Komprador kapitalizm feodalizmi çözer ama tasfiye etmez” yarı-Narodnik görüşü, feodal kalıntıların aşırı abartılmasına; tersinden ise, kapitalist gelişmenin, onun ürünü modern kapitalist sınıf ilişkilerinin ve bu arada işçi sınıfının küçümsenmesine yol açtı. Bu aynı abartma ve küçümseme; burjuvazinin tartışmasız iktidar sahibi bulunduğu, emek-sermaye çelişkisinin temel çelişme olduğu ve topluma damgasını vurduğu bir ülkede, temel çelişmeyi, emperyalizm ve feodalizm ile halk arasındaki çelişme olarak tespit etmeye yol açtı. Bundan da devrim teorisi ve ünlü Ulusal Demokratik Halk Devrimi tahlilleri doğdu. Feodal kalıntıların abartılmasının doğrudan bir sonucu ve ifadesi olarak, devrimin özü toprak devrimi, temel dayanağı da köylülük oldu. (“Yarı-feodal bir ülkede emperyalizme karşı yürütülen mücadele de bir köylü-toprak mücadelesi olabilir”, Kongre Belgeleri, s.230)

1930’ların Çin’i yarı-feodal geri bir tarım toplumuydu. Mao Zedung, bu toplumun iktisadi gelişme düzeyini, sınıf ilişkilerini ve içinde bulunduğu devrim aşamasını doğru tespit etti. Marksistlerin büyük bir devrimci olan Mao’ya olan eleştirisi bu noktalardan değildir. Onun bir marksist, bir proletarya sosyalisti olarak görülmemesinin nedeni; Çin toplumunun önündeki tarihsel görevlere proletaryanın sınıf bakış açısıyla ve proletaryanın sınıf çıkarları temelinde değil de, fakat küçük-burjuva halkçı bir görüş açısıyla ve küçük-burjuva sınıf çıkarları temelinde yaklaşmış olması gerçeğidir. Temel tez ve tahlillerini Mao’dan alan teorisyenlerimizin düştüğü hata ise çok daha vahimdir. Çin formülasyonlarının taklidi, onları, toplumun nesnel gelişme düzeyini, nesnel sınıf ilişkilerini ve toplumun nesnel gelişme ihtiyacını bile doğru tespit edememeye götürdü.

Platform Taslağı’mızın “Türkiye Devriminin Karakteri“ ara(121) başlıklı bölümü şöyle başlıyor: “Bu soru cevabını, ülkenin somut tarihsel koşullarında, iktisadi ve toplumsal gelişmenin düzeyinde, sınıf ilişkilerinde, proletaryanın gelişme ve örgüt düzeyinde ve bütün bunların uluslararası koşullarla birlikte ele alınmasında bulur.” (Yakın Geçmişe Genel Bir Bakış ve Platform Taslağı, Eksen Yayıncılık, s.73)

Türkiye toplumunun iktisadi ve toplumsal gelişme düzeyini ve onun belirlediği bir dizi diğer etkeni doğru tespit edemeyen TDKP teorisyenlerinin, Türkiye devriminin karakterini doğru tahlil etmeleri ve bu çerçevede Türkiye işçi sınıfının önündeki tarihsel görevleri doğru tespit etmeleri zaten beklenemezdi. Topluma geriden bakan, devrim sorununa da geriden bakacaktır.



Devrimin Sesi’nin ilk 13 sayısı, başta Z. Ekrem olmak üzere “partimizin teorisini geliştiren yoldaşlar” tarafından çıkarıldı. 12. sayıda ‘‘Yeni Bir ‘Arayış’ mı?" başlıklı temel bir yazı var. Yazı Ecevit’e karşı yazılmış; burjuva reformizmine karşı TDKP’nin tutumunu ortaya koyuyor. 12 Eylül’den önce burjuva reformizmine karşı devrimci bir konumda bulunan, reformizmin faşizmin koltuk değneği olduğu tespitiyle küçük-burjuva demokrasisinin en ileri, reformist burjuvaziden en bağımsızlaşmış temsilcisi olan TDKP, bu yazıyla büyük bir geri adım atıyor. Kendini, nesnel olarak, burjuva reformizminin yedeği durumuna düşürüyor. Bu geri adımı daha sonra öteki teorisyen Yıldırım DSP broşürüyle tamamlıyor ve sonuçlarına götürüyor.

Burada bizi yazının devrim sorununa yaklaşımı ilgilendiriyor. Yazının bu yönü, TDKP’nin genel devrim teorisinin somut bir siyasal soruna uygulanışının somut bir ömeği oluyor. Bu nedenle de, TDKP’nin devrim sorununa yaklaşımdaki gerçek kavrayışının da bir yansıması oluyor. Kongre Belgelerinde; “proletarya önderliğinde Ulusal Demokratik Halk Devrimi, burjuva karakterde bir devrim olmaya devam eder; ama o kapitalizmin sınırlarına sıkışıp kalmaz, kesintisiz olarak sosyalist devrime dönüşür... Bu devrim, burjuva diktatörlüğünü amaçlamaz. O, özgül biçimlerinden geçilerek proletarya diktatörlüğünün kurulmasını hedef alır” (s.230-231) diyen bu aynı teorisyenler, bakınız “Yeni Bir ‘Arayış’mı?" yazısında(122)neler söylüyorlar:

“Bu nedenle demokrasiye ihtiyacımız var. Ve sınıf karakteri olmayan demokrasi olmaz. Bu karakter itibariyle Avrupa'daki gibi bir burjuva demokrasisi olacaktır. Orada hedef feodalizmdir. Bizde demokrasinin düşmanı toprak ağalarının yanı sıra emperyalizm ve komprodor burjuvazidir. Bu, komünizm değildir, proleter demokrasisi de olmayacaktır. Avrupa'da burjuva demokrasisi çağını doldurdu, orada ‘Arayışın tespit ettiği sancılar, sosyalizmin sancılarıdır. Ama Türkiye'de hala gerekli olan burjuva demokrasisidir. Burjuvazili ya da burjuvazisiz, ama burjuva karakteriyle bir demokrasiye ülkemiz mutlaka ulaşacaktır. Avrupa'da gerçekleşmesinden farklı olarak bu demokrasinin işçi ve köylülerin devrimci atılımına ve esas olarak bu atılıma dayanacağı kesindir. Genel olarak kapitalizm şartlarının olduğu gibi ülkemizdeki tüm gelişmelerde işçi sınıfını öne çıkarmakta, işçi-köylü ittifakının önemini artırmaktadır. ‘Arayış’ın yapması gereken bu ittifakın oluşumu içinde yer almaktır.” (Devrimin Sesi, sayı:2, s.16, vurgular bizim)

Bundan sonraki paragrafın girişinde ise, başka yazılarda sürekli proletarya demokrasisinin bir biçimi olarak tanımlanan “halk demokrasisi”nin, meğerse burjuva demokrasisinin bir biçimi olduğunu öğreniyoruz.

Yukarıya aktarılan pasaj, TDKP’nin devrim teorisinin maocu-menşevik özünün en açık bir ifadesidir. Ve proletaryanın nasıl reformist burjuvazinin bir eklentisi, bir yedeği durumuna düşürüldüğünün resmidir. Bizlere tasfiyeci diyen teorisyenimizin ve teorisinin, proletaryanın ideolojik-sınıfsal bağımsızlığının ifadesi bir sosyalist platformun yaratılmasının önünde duran ne tür bir tasfiyeci engel olduğunun da iyi bir göstergesidir. Bu aynı zamanda, TDKP’nin küçük-burjuva devrimciliğinden küçük-burjuva reformizmine evrimi ve tasfiyesinin hiç de Yıldırım ve üçlü MK döneminde değil, fakat tam da 12 Eylül’den hemen sonra, ve bizzat Z. Ekrem döneminde, onun yönetiminde başladığının da çarpıcı bir göstergesidir. Yıldırım yalnızca tutulan yolun sadık bir izleyicisi olmuştur, o kadar.

Yukarıya aktarılan pasaj çok zengin bir içerik taşıyor. Üzerine(123)devrim sorununu eksen alan koca bir kitap bile yazılabilir. Başka tartışmalarda bir hayli işimize de yarayacak. Fakat bizim şimdiki konumumuz farklı. Biz, Türkiye gibi bir toplumda, “anti-emperyalist demokratik devrim aşamasındaki ülkemiz” diyen teorisyenimizin, böyle bir devrim kavrayışıyla işçi sınıfına nasıl bir bilinç taşıyabileceğini göstermeye çalışıyoruz yalnızca. Tamamlanmamış burjuva devrim görevleri olsa da, burjuvazinin ve burjuva ilişkilerin egemen olduğu, burjuvazi-proletarya çelişkisinin temel çelişki haline geldiği bir toplumda, proletaryayı proleter karakterde bir devrime yöneltme yerine burjuva karakterde bir devrimle oyalamanın, gerçekte onu devrimci-demokrasi konumuna çekmek demek olduğu yeterince anlaşılmış olmalı. Yukarıya aktarılan pasaj, karşı devrim koşullarında bundan bile geriye düşüldüğünü, proletaryanın burjuva reformizminin yedeği durumuna düşürüldüğünü gösteriyor.

Bir dizi etkeni sıraladıktan sonra, “Türkiye proletaryasının hedefi iktidardaki gerici burjuvazinin egemenliğini yıkmak, uluslararası mali sermayenin cephesini Türkiye’de yarıp dışına çıkmaktır” diyen Platform Taslağı, şöyle devam ediyor:

“Bütün bunlar, devrimimizin proleter karakterini, onun bir proleter devrim olması gerektiğini ortaya koyar. Tarihsel olarak çözümlenmemiş demokratik görevler -siyasi özgürlük, ulusal sorun, yarı-feodal kalıntıların temizlenmesi vb.- doğrudan sermayenin egemenliğinin, büyük burjuvazinin iktidarının yıkılması sorununa bağlanmıştır. Bizde siyasal gericilik, faşizm, ulusal baskı ve yarı-feodal kalıntıların tasfiyesi kapitalist (sermaye) egemenliğin, diğer bir deyişle, büyük burjuvazinin iktidarının tasfiyesi sorunuyla çakışmış, üst üste binmiştir. Yani demokratik görevler sosyalist görevlerle iç içe geçmiştir. Devrimimiz, tamamlanmamış demokratik görevleri de yerine getiren bir proleter devrimi olacaktır. Bu, devrimimizin, sosyalist ve demokratik mücadelenin birlikte ve aynı anda yürütüldüğü, demokratik görevlerin sosyalist görevlere bağlandığı tek ve aynı süreç olduğunu anlatır.” (Yakın Geçmişe Genel Bir Bakış ve Platform Taslağı, s.74-75)

Türkiye toplumunun nesnel gelişme düzeyinden ve onun belirlediği bir dizi temel etkenden hareketle, Türkiye işçi sınıfının(124)önündeki devrimci görevlerin biricik doğru tanımı ancak böyle yapılabilir. Bunun gerisindeki bir kavrayış, somutta TDKP teorisyeninin kavrayışı, popülizmin, proletaryayı küçük-burjuva bir konuma çekmenin ifadesidir. Böyle bir kavrayış, proleter sınıf konumundan bakıldığında tasfiyecidir; ve tasfiye edilmelidir.

Bu bölümü burada noktalamadan önce, teorisyenimizin, bu kitapta ek olarak yayınlanan yazısının bu tartışmayla ilgili yönü üzerine de bir kaç şey söylemeliyiz.

Bilindiği gibi, geçmişte TDKP teorisyenlerinin sosyo-ekonomik yapı ve devrim konusunda en hararetli tartışmaları Devrimci Halkın Birliği ile olmuştur. Teorisyen Z. Ekrem yıllar sonra bu tartışmalar hakkında şunları söylüyor: “DHB ile polemiğimizde, DHB ülkemizde Prusya tipi gelişme sürecinin yaşandığını belirterek süreci doğru tahlil etmiyordu. Ancak bu hatadan doğru bir sonuca varıyordu. Biz süreci doğru tahlil ediyor, ancak bu tahlili mantıki kaçınılmaz sonucuna götürmüyor, hatalı bir sonuca varıyorduk.”

Sürecin hatalı tahlili ama doğru sonuç, sürecin doğru tahlili ama yanlış sonuç! Yüreksizlik ve omurgasızlık, Z. Ekrem’i gülünç duruma düşürüyor.

Nisan 1979’da, yani Mao’nun resmen ve kamuoyu önünde eleştirilmesinden yalnızca bir ay önce, Parti Bayrağı DHB’yi eleştiren temel bir makalesinde şunları yazıyordu:

“Tartışmanın odak noktasını en kısa şu şekilde özetleyebiliriz: Parti Bayrağı, kapitalizmin sınırları içinde feodalizmi tasfiye edebilecek yegane sermaye ve kapitalizm türünün, sanayi sermayesi (kapitalizmi) olduğunu, finans kapitalin ise taşıdığı özellikler nedeniyle feodalizmi bir ölçüde çözse ve sanayii bir ölçüde geliştirse bile esas olarak her türden feodalizmin kalıntısı ile ittifak kurduğunu, bunları yaşatmaya çalıştığını ve ülkenin gerçek bir sanayileşmesinin önünde engel teşkil ettiğini; onun klasik anlamıyla ne banka, ne de sanayi sermayesi değil, ama bunların içiçe geçerek kaynaşmaları sonucu doğmuş bulunan, yeni bir tür sermaye (tekelci sermaye ve kapitalizm) olduğunu; bu yüzden ülkemizde finans kapitale bağlı olarak gelişen komprador tekelci kapitalizmin feodalizmi tasfiye etme görevini yerine getiremediğini ve getiremeyeceğini,(125)bunun sonucu olarak da, ülkemizin yarı-sömürge, yarı-feodal bir nitelik taşıdığını ve bu durumdan kurtulmanın tek yolunun bulunduğunu, onun da, proletarya önderliğinde, özü itibariyle anti-feodal köylü toprak devrimi olan, ulusal ve demokratik halk devrimini gerçekleştirmek olduğunu savunuyor.” (Sayı: 13-14. s.59-60)



Parti Bayrağı'nın kendi görüşleriyle ilgili bu özeti, TDKP teorisinin özü ve esasıdır. Bu teoriyi geliştirmiş olmakla övünen Z. Ekrem, yıllar sonra, sıradan bir hatayı eleştiriyormuşçasına şunları yazıyor:

“Bir yandan emperyalizmin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde mevcut düzenin egemen sınıflarıyla ittifaka girmesine karşın, sermaye ihracı vb. yollarla kapitalizmi geliştirdiğini, kapitalizm öncesi üretim biçimlerini zayıflattığını kabul edip öte yandan teorik olarak bu ülkelerde demokratik devrim zafere ulaşmadıkça feodal, yarı-feodal ilişkilerin devrimin özünü, devrim aşamasını belirleyecek kadar varlığını sürdüreceğini, tasfiye edilemeyeceğini savunmak bir paradokstu. Teorik olarak, demokratik devrim zafere ulaşmadan, bir toprak devrimiyle feodal ilişkiler tasfiye edilmeden de feodalizmin tasfiyesi ya da feodal kalıntıların devrimin karakterini, devrimin özünü belirlemeyecek kadar zayıflaması mümkündür.”

“Devrimle feodal kalıntılar tasfiye edilmeden de sürecin feodalizmin tasfiyesine ve bunun üst yapıda yansımasına bağlı olarak sömürge ve yarı-sömürgelerin sosyalist devrim ya da demokratik görevleri olan sosyalist devrim aşamasına girmeleri mümkündür.” (Bkz. Z. Ekrem’in bu kitaba ek yazısı)

Z. Ekrem’in bu yazdıkları, kendi bilincinde olmasa da, TDKP’nin teorisinin iflasının ilanıdır. Onun "bir paradokstu” diye tanımladığı görüş, TDKP teorisinin en ’ özgün" ve en iddialı yanıydı. TDKP'nin sosyo-ekonomık yapı tahlili ve devrim görüşü işte bu "paradoks” üzerine oturuyordu. Yukarıya Kongre Belgeleri ile Parti Bayrağı'ndan aktarılan özetler bunu bütün açıklığıyla göstermektedir.

Z. Ekrem, eski teorik yaklaşımı eleştiriyor ama, bunun sosyo- ekonomik yapı, sınıf ilişkileri ve temel çelişme tahlillerinde ve bunlar üzerine oturan devrim anlayışında nelere yolaçtığı üzerine(126)bir an durup düşünmüyor bile. Feodal kalıntıların abartıldığından söz ediyor ama, bu abartmanın ünlü UDHD tezinin temel dayanağı olduğunu düşünemiyor. “Tarımsal sektörde sınıf farklılaşmasının olgunlaşma düzeyini küçümsemek; devrimin zaferinden sonra kolektifleştirilebilecek toprakların bir kısmını köylülüğe dağıtılabilecek topraklar arasında ele almaktı” diyerek, sorunu alabildiğine daraltıyor. Tarımsal sektörde sınıf farklılaşmasını küçümsemenin; kent proletaryasının kırdaki sosyalist müttefiklerini görememek, kır proletaryasını kır burjuvazisinin bir eklentisi durumuna düşürmek, bunların bir ifadesi ve anti-feodal demokratik mücadelenin abartılmasının bir sonucu olarak da, proleter karakterdeki devrimimizin kırsal dayanaklarını görememek demek olduğunu düşünmek Z. Ekrem’in maocu popülist ufkunu aşıyor. Aynı popülist ufuk, köylülüğün mülkiyet duygusunu okşamanın (toprak dağıtımı) popülizmin evrensel bir özelliği olduğunu; dolayısıyla, çok önemli bir ideolojik tutumun ifadesi olan bir davranıştan, teknik bir hataymışçasına söz edilemeyeceğini düşünmeyi de doğal olarak engelliyor.

Eleştirdiği teorik yaklaşımlardan gerekli sonuçları çıkarmış olsaydı eğer, Z. Ekrem kendini aşmış olurdu. Bunu yapamayan ve daha da önemlisi, son broşüründe “anti-emperyalist demokratik devrim aşamasındaki ülkemiz” görüşüyle eskiye iman tazeleyen Z. Ekrem, TDKP teorisinin iflasına kendi kişisel iflasını da eklemiştir.(127)

******************************************


Yüklə 0,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə