TÜRK
İ
YE'DE ÇA
Ğ
DA
Ş
LA
Ş
MA
le bakıldığı zaman fark edilebilecek etkiler yaratmıştı. Bunların başında kahve
gelir. Bir yüzyıl önce caiz olup olmadığı hararetle tartışılan, yasaklanan, uğrunda
çok kişinin canını yitirdiği kahve, tütün, alkollü içkiler ve keyif verici mad-
delerin kullanılması serbestleşmiştir. Avrupa'da olduğu gibi, burada da devlet
bunlardan hazinesine gelir sağlamanın tadını almıştır; hattâ ileride göreceğimiz
gibi, bunlardan sağlanan gelirlerle geniş bir askerî reform (Nizam-ı Cedit) giri-
şiminin finansmanına çıkılmıştır. Kahvenin serbestleşmesinin en devrimci so-
nucu, sayısız kahvehanenin açılması olmuştur. Günümüzde hemen hemen
sönmüş olan eski kahvehanenin siyasal önemini, bugün bizim gözümüzde can-
landırmamız biraz güçtür.
2
Avrupa'da bile hükümetleri korkutan kahvehaneden korkmakta Osmanlı
devletinin daha haklı endişeleri vardı. Osmanlı devleti tebaasının, yani reayanın
camiden, mescitten, kiliseden başka gidecek, toplanacak yeri yoktu. Buralarda da
sadece vaizleri dinlerlerdi. Askerleri ya kışlalarda ya da tımar bölgelerinde, kale-
lerde yaşarlar, çalışırlardı. Hemen hemen hiçbir kamu düşünü yuvası ve aracı
yoktu. Böyle bir reayayı, çobana benzetilen bir padişah kendi adamlarıyla kolay
güdebilirdi. Kahvehaneler, Osmanlı ülkelerinde, özellikle İstanbul'da cami ve
mescidin yerini alan ilk siyasal dedikodu, hattâ fesat yuvalan oldular. Daha kötü-
sü, kahvehaneler ve meyhaneler reayanın uğrağı, eğlenme ya da dinlenme yeri
olmaktan çok, hükümet için korkunç bir gücün, yeniçerilerin ve Bektaşîlerin
ayaklanma karargâhları haline gelmiştir.
3
Yüksek tabaka, Paris'e elçilikle giden Yirmi
Sekiz Çelebi Mehmet Efen-
di'nin dönüşte getirdiği planlara göre yapılan köşklerin lâle bahçeleri arasında
yeni bir dünyanın güzelliklerini ve zevkini tadar, kendilerini yeni bir düzen
döneminin eşiğinde sanırlarken, devlet sorunları, Galata ve İstanbul kahveha-
nelerinde ve meyhanelerinde halktan ayırt edilemez duruma gelen yeniçeri as-
kerleri arasında da tartışılacak kadar bir açıklık dönemi gelmiş bulunuyordu.
Avrupa'nın bile yeni bir aşamaya girmek üzere olduğu bu dönemde Osmanlı
ülkelerinde ve tabiî olarak İstanbul'da yönetici tabaka düzeyinde olduğu kadar
artık reâyâlıktan çıkmış olan halk tabakası arasında da yeni bir düşün ve tar-
tışma havasının başladığını sanabiliriz. İslâmlık, Osmanlılık, gaza, savaş ve
ahiret dünyalarının dışında yeni, maddî bir dünyanın varlığı duyuluyordu. Es-
ki dünyaya ya sûfî neşesiyle ya da Bektaşî alaycılığı ile bakılıyor, gündelik
dünyaya olumsuz bir bakışla bakılmıyordu. Bu özellik, ihtiyat ve duraksama
karışımı bir hava içinde başlayan ciddî düzeydeki arama ve yoklama girişimle-
rinin uygulanışının yazgısını da belirleyecekti.
44
İ
LK A
Ş
AMA
2. İlk reform belgeleri
Bu yoklayış, çekingenlik ve duraksama içindeki arayışın ilk belgesini 1718
antlaşmasının hemen ertesinde yazılmış olan ve bir
Takrir olarak nitelendirilen
yazıda görürüz.
4
Bu Takrir, adı verilmeyen Müslüman bir devlet adamı ile Hıristiyan bir subay
arasında geçtiği varsayılan bir tartışmanın tutanağını andırır. Bunu kimin yazdı-
ğını bilmiyorsak da niçin ve kimlerin etkisi ile yazıldığını, hattâ adı verilmeyen
Hıristiyan subayın kim olduğunu bile tahmin edecek durumdayız. Yazılışından
yıllarca sonra bu belgeden söz eden Esat Efendi (1785-1847), bunu zamanın ba-
zı düşünürlerinin Padişah III. Ahmet'e sunulmak üzere Sadrazam İbrahim Pa-
şa'ya bir muhtıra olarak verdiklerini bildirir. Çok daha sonraları bu belgeden söz
eden başka bir tarih yazan, Mustafa Nuri Paşa (1824-1889) ise, bunun Osmanlı
hizmetinde bulunmuş olan bir Avrupalı tarafından yazıldığını bildirir.
5
Bu iki tanımlamanın ikisi de kesin ve birbirlerinin aynı olmaktan uzak ol-
makla birlikte, belgenin kendisini incelediğimizde birbirlerini tamamlar nitelikte
olduğunu görürüz. Çünkü iki kişi arasında karşılıklı konuşma biçiminde yazılmış
olan bu Takrir, gerekli reformun ne olacağı konusunda düşünmekte olan kişilerin
görüşü ile bazı yabancı gözlemcilerin görüşünü yanyana koyar; iki tezi belirterek
karar verecek daha yüksek kişilere sunar.
Tartışmadaki "Müslüman", Osmanlı rejiminin ve İslâm şeriatının üstünlüğü
inancı üzerinde durur. Karşısındaki "Hıristiyan" ise, bunun tersini ileri sürmemekle
beraber, Avrupa dünyasında gelişen yeniliklerin alınması gerekliliği üzerinde
durur. Müslüman bunu tasdik etmezse de, tersini de iddia etmez. Sözü edilen ye-
nilikler kültür ve ekonomi alanlarında değil, yalnız askerlik alanındadır. Böyle bir
alan ile ilgili çağdaşlaşma sorununun karşısına da baştan şeriat konusunun kon-
ması ilginçtir.
Belge bize gösteriyor ki ilk çağdaşlaşma düşüncesi dışardan hiçbir etki ol-
maksızın, Esat Efendi'nin sözünü ettiği zamanın düşünen kişilerinin kendi kafa-
larından çıkmış değildir. Onlara, "Hıristiyan" ile simgelenen bir fikir verenler çev-
resi vardır. Gerçekte o zaman İstanbul'da devlet adamları çevresinde bu belgedeki
"Hıristiyan"ın gözlemlerini temsil eden kişiler vardı. Bunlar arasında bildiğimiz,
fakat eylem ve girişimleri üzerine yeterince bilgi bulunmayan iki tanesini, bugün
bulabildiğimiz kadarlık bilgilerle ele alacağız. Buna geçmeden önce şunu ekleye-
lim ki, burada "Hıristiyan" denen kişi gerçekte "Avrupalı" demektir. Sözünü ede-
ceğimiz iki kişi de (bunlara sonraları birçokları da katılacaktır) gerçekte "tam an-
lamı ile Hıristiyan" olmaktan çok Ortaçağ Avrupa Hıristiyanlık'ının (Katoliklik'in)
45