Paul karl feyerabend 13 Ocak 1924'te Viyana'da doğdu. Avusturya asıllı abd'li filozof. Bilimsel gelişmenin ancak yeni kuramların eskilerini yadsımasıyla sağlanabileceğini ileri



Yüklə 8,94 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə8/135
tarix24.12.2017
ölçüsü8,94 Kb.
#17198
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   135

kalksaydık karşımıza umulanın tersi sonuçlar çıkabilirdi: “akıldışı”
usûller bizi sık sık (onları “akıldışı” olarak niteleyenlerin düşündüğü
anlamda)   başarıya   götürürken   “akılcı”   usûller   muazzam   sorunlara
yol   açabiliyor.   Bunlar   hemen   hemen   her   düşünce   ya   da   usûle
kolayca iliştirilebilen ve iliştirildiği anda da onları bir kusursuzluk
halesiyle kuşatan “Akıl” ve “Akılcılık” gibi topu topu iki sözcüktür.
Peki, nasıl oldu da bu iki sözcük böyle inanılmaz bir kutsayıcı güç
elde ettiler?
Bilgi ve eylemin evrensel olarak geçerli ve bağlayıcı standartları
olduğu varsayımı, nüfuzu entelektüel tartışma alanının çok ötelerine
uzanan bir inancın özel bir biçimidir. Sözünü ettiğimiz (yukarda bazı
örneklerini vermiştik) inanç şöyle ifade edilebilir: Doğru bir yaşam
tarzı   vardır   ve   tüm   dünyanın   onu   kabul   etmesi   sağlanmalıdır.
Müslüman   fatihlerin   şevkle   ileri   atılmalarını   sağlayan;   haçlı
seferlerine katılanlara kanlı savaşlarında eşlik ve yeni kıtalar arayan
kaşiflere   rehberlik   eden;   giyotini   yağlayan   ve   şimdi   de   Bilim,
Özgürlük ve Onur yolunda sonu gelmez Marksist ve/veya liberter
tartışmalara   yakıtlık   eden   bu   inançtır.   Kuşkusuz   her   hareket   bu
inanca kendine göre bir içerik yüklemiş; birtakım güçlükler çıkınca
o içeriği de değiştirmiş; kişi ya da grup çıkarları tehlikeye girdiğinde
de iyice saptırmaktan çekinmemiştir. Fakat böyle bir içeriğin var ve
evrensel   olarak   geçerli   olduğu   ve   o   yüzden   müdahalenin   normal
olduğu düşüncesi hiçbir zaman, ne dün ne bugün, gücünden bir şey
kaybetmedi   (yukarda   da   işaret   ettiğim   gibi   bu,   nesnelciliğe   ve
indirgemeciliğe   karşı   eleştirel   bir   tutum   takınan   kimi   insanlar
arasında   da   kabul   görmektedir).   Bu   fikrin   tüm   önemli   konu   ve
sorunların   tek   bir   merkeze   bağlı   olduğu,   tek   bir   dünya   görüşüne
destek ve yetki veren bir kral ya da kıskanç bir tanrının eline baktığı
dönemlerden kalma bir fikir olduğunu söyleyebiliriz. Hattâ daha da
ileri giderek, Akıl ve Akılcılığın tanrı, kral ve tiranların, ve onların
amansız   yasalarının   sahip   olduğu   türden   bir   hâle  (aura)  ile   ku-
şatıldığını, ve yine onlarla aynı türden birer iktidar odağı olduğunu
söyleyebiliriz.   İçerik   gitmiştir;   ama   hale   kalmış   ve   onların
iktidarlarını sürdürmektedir.
İçeriğin olmaması korkunç bir avantajdır: belirli grupların ken-
dilerine “akılcı” demesine, çok bilinen başarıların Aklın eseri ol-


m
duğunu iddia etmesine ve bu şekilde kazandığı gücü çıkarlarına aykırı
gelişmeleri   bastırmakta   kullanmasına   imkan   verir.   Söylemeye   bile
gerek yok ki bahis konusu iddiaların büyük bir kısmı düzmecedir.
Bilimlerin   durumundan   daha   önce   bahsettim:   düzenli   bir   tarzda
ilerliyor olabilirler ama, burada karşılaştığımız modeller sabit değildir
ve   evrenselleştirilemezler.   Aklın   bir   diğer   armağanı   olduğu   iddia
edilen   Aydınlanma   ise   bir   gerçeklik   değil,   bir   slogandır.
“Aydınlanma”,   der   Kant  “insanın  kendi  başına   sardığı  bir   beladan,
toyluğundan   kurtuluşudur.   Toyluk   insanın   başka   birisinin
yönlendirmesi olmadan kendi aklını kullanamamasıdır. Eğer toyluğun
nedeni akıl noksanlığı değil bir kararlılık noksanlığıysa bu, onun kendi
başına   sardığı   bir   bela   demektir”.  (“What  is   En-   lightenment?”tan
aktaran  L.W. Beck,  der.  
Kant  on   History
, içinde,  Library  of Liberal
Arts  1957,   s.3)   Bugün   bu   anlamda   bir   aydınlanmayı   zor   buluruz.
Yurttaşlar   dayanaklarını   kendi   bağımsız   düşüncelerinden   değil
uzmanlardan alıyor. Şimdi  “akılcı olma”nın anlamı  bu.  Birey, aile,
kasaba ve kentlerin yaşamlarının giderek artan bir bölümü uzmanlar
tarafından teslim alınıyor. Çok yakında insanlar, “Sen psikolog musun
kardeşim?”   itirazını   göğüslemeden   “canım   sıkılıyor”   bile
diyemeyecekler.
9
  “Eğer”,   diye   yazıyordu   kaç   zaman   önce   Kant,
“benim yerime anlayan bir kitabım, benim yerime vicdan taşıyan bir
papazım, ne yiyeceğime karar veren bir hekimim vb. varsa, benim
zahmete girmeme ne gerek var. Düşünmem filan gerekmez, biraz para
verdim mi başkaları bu sıkıcı işi benim yerime hemen üstlenecektir”.
Şüphe yok ki bugün ve geçmişte her zaman umut veren bir akıl (küçük
“a” ile) olmuştur. Tektipliğe karşı çıkan, bireylerin kendi bildikleri
gibi yaşama, düşünme ye davranma haklarım savunan insanlar hep
vardı. “İlkel” kabilelerin de aralarında bulunduğu birçok toplum bize,
Aklın ilerlemesinin kaçınılmaz olmadığını, onun tehir edilebileceğini
ve   hattâ   böylece   işlerin   daha   da   iyi   olabileceğini   öğretiyor.
Bilimadamlarının araştırmaya konmuş geleneksel sı-
9. Bu gelişmeyi haber veren İlginç bir bölümde (
Tbeaethus,
 144d8 - 145a13)
Platon’un Sokrates’i Theodoros’u -diyalogdaki kişilerden biri-, yüz benzerlikleri
konusunda uzman olmadığı halde ona Theaethus'un kendisine benzediğini
söylediği için eleştirir.


nırların   ötesine   taştığına,   küçüklü   büyüklü   çeşitli   topluluklarda
yurttaşların   kendilerini   ilgilendiren   uzman   kararlarını   gözden   ge-
çirdiklerine   tanık   oluyoruz.   Fakat   dey   boyutlu   teknolojilerin   ve
onlara   tekabül   eden   kurumların   neredeyse   kaçınılmaz   bir   sonucu
olarak yaşanan giderek artan güç ve iktidar merkezileşmesi yanında
bunlar çok küçük nimetlerdir.
Bu da beni 
özgürlük 
sorununa götürüyor. Şimdi bize teselli veren
ama halen daha milyonlarca insanın mahrum bulunduğu elimizdeki
şu   özgürlüklere   ancak   istisna   olarak   Aklayatkın  (reasonable)  bir
tarzda ulaşıldığından söz edilebilir -bir sürü şeyin hesaba karıştığı ve
yapıları Kleistenes’ten Mandela’ya tüm örneklerde geçerli birtakım
genel   ilkelerle   açıklanamayacak   uzlaşmalardan,   mücadelelerden
doğmuşlardır.   Her   hareketin   kendine   özgü   politikaları,   kendi
hissedişleri, kendi hayal gücü vardı; her mücadele o güçlü özgürlük
sözcüğüne   kendi   anlamını   yüklemiştir.   Kuşkusuz   tek   tek   tüm
mücadeleleri   özetlemek   ve   bunlardan   bir   “siyasi   ders”   çıkarmak
mümkündür   -fakat   somut,   özgül   politikalar   olmadıkça   sonuç   hep
kişiliksiz,   yararsız   ve   aldatıcıdır,   ve   de   gerçekçi   değildir.   Yine
kuşkusuz   tutarlı   ve   anlamlı   bir   dünya   görüşünü   satmak   ya   da
dayatmak   için   bayat   sloganlara,   içi   boş   “ilkelere”   başvurmak   da
mümkündür. Fakat bu özgürlüğü teşvik etmeyecek, yalnızca parlak
özgürlük terimleriyle paketlenmiş bir kölelik doğuracaktır.
Böylesi düşüncelerle, yerli halkların maddi ve manevi başarıları
üzerinde   çalışan   bilimadamlarının   içgörülerini   birleştirdiğimizde,
bilimin doğasında kültürel çeşitliliği dışlayan hiçbir şey olmadığı sonucuna
varırız. 
Kültürel   çeşitlilik   serbest   ve   sınır   konmamış   araştırma
anlamında   bilime   ters   düşmez,   ancak   “akılcılık”   ya   da   “bilimsel
hümanizm” gibi felsefelere ve, kendi Nuh nebiden kalma inançlarını
kabul ettirmek  için, donuk   ve  çarpık   bir   bilim   imgesinden   medet
uman ve kimi zaman Akıl da denilen bir faile  (agency)  ters düşer.
Ama   akılcılığın   tanımlanabilir,   belli   bir   içeriği   yoktur   ve   aklın,
eskaza   bu   adı   sahiplenmiş   görünen   tarafların   verdiği   ilkelerden
başka bize önerebileceği dişe dokunur bir şey yoktur. Ve şu anda tek
yaptığı,   birörneklik   yönündeki   o   genel   itkiye   bir   kalite   havası
kazandırmaktır.   Aklı   bu   itkiden   kurtarmanın   ve   şerefi   Akılcılıkla
kurduğu bu ortaklık ta-


Yüklə 8,94 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   135




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə