kalksaydık karşımıza umulanın tersi sonuçlar çıkabilirdi: “akıldışı”
usûller bizi sık sık (onları “akıldışı” olarak niteleyenlerin düşündüğü
anlamda) başarıya götürürken “akılcı” usûller muazzam sorunlara
yol açabiliyor. Bunlar hemen hemen her düşünce ya da usûle
kolayca iliştirilebilen ve iliştirildiği anda da onları bir kusursuzluk
halesiyle kuşatan “Akıl” ve “Akılcılık” gibi topu topu iki sözcüktür.
Peki, nasıl oldu da bu iki sözcük böyle inanılmaz bir kutsayıcı güç
elde ettiler?
Bilgi ve eylemin evrensel olarak geçerli ve bağlayıcı standartları
olduğu varsayımı, nüfuzu entelektüel tartışma alanının çok ötelerine
uzanan bir inancın özel bir biçimidir. Sözünü ettiğimiz (yukarda bazı
örneklerini vermiştik) inanç şöyle ifade edilebilir: Doğru bir yaşam
tarzı vardır ve tüm dünyanın onu kabul etmesi sağlanmalıdır.
Müslüman fatihlerin şevkle ileri atılmalarını sağlayan; haçlı
seferlerine katılanlara kanlı savaşlarında eşlik ve yeni kıtalar arayan
kaşiflere rehberlik eden; giyotini yağlayan ve şimdi de Bilim,
Özgürlük ve Onur yolunda sonu gelmez Marksist ve/veya liberter
tartışmalara yakıtlık eden bu inançtır. Kuşkusuz her hareket bu
inanca kendine göre bir içerik yüklemiş; birtakım güçlükler çıkınca
o içeriği de değiştirmiş; kişi ya da grup çıkarları tehlikeye girdiğinde
de iyice saptırmaktan çekinmemiştir. Fakat böyle bir içeriğin var ve
evrensel olarak geçerli olduğu ve o yüzden müdahalenin normal
olduğu düşüncesi hiçbir zaman, ne dün ne bugün, gücünden bir şey
kaybetmedi (yukarda da işaret ettiğim gibi bu, nesnelciliğe ve
indirgemeciliğe karşı eleştirel bir tutum takınan kimi insanlar
arasında da kabul görmektedir). Bu fikrin tüm önemli konu ve
sorunların tek bir merkeze bağlı olduğu, tek bir dünya görüşüne
destek ve yetki veren bir kral ya da kıskanç bir tanrının eline baktığı
dönemlerden kalma bir fikir olduğunu söyleyebiliriz. Hattâ daha da
ileri giderek, Akıl ve Akılcılığın tanrı, kral ve tiranların, ve onların
amansız yasalarının sahip olduğu türden bir hâle (aura) ile ku-
şatıldığını, ve yine onlarla aynı türden birer iktidar odağı olduğunu
söyleyebiliriz. İçerik gitmiştir; ama hale kalmış ve onların
iktidarlarını sürdürmektedir.
İçeriğin olmaması korkunç bir avantajdır: belirli grupların ken-
dilerine “akılcı” demesine, çok bilinen başarıların Aklın eseri ol-
m
duğunu iddia etmesine ve bu şekilde kazandığı gücü çıkarlarına aykırı
gelişmeleri bastırmakta kullanmasına imkan verir. Söylemeye bile
gerek yok ki bahis konusu iddiaların büyük bir kısmı düzmecedir.
Bilimlerin durumundan daha önce bahsettim: düzenli bir tarzda
ilerliyor olabilirler ama, burada karşılaştığımız modeller sabit değildir
ve evrenselleştirilemezler. Aklın bir diğer armağanı olduğu iddia
edilen Aydınlanma ise bir gerçeklik değil, bir slogandır.
“Aydınlanma”, der Kant “insanın kendi başına sardığı bir beladan,
toyluğundan kurtuluşudur. Toyluk insanın başka birisinin
yönlendirmesi olmadan kendi aklını kullanamamasıdır. Eğer toyluğun
nedeni akıl noksanlığı değil bir kararlılık noksanlığıysa bu, onun kendi
başına sardığı bir bela demektir”. (“What is En- lightenment?”tan
aktaran L.W. Beck, der.
Kant on History
, içinde, Library of Liberal
Arts 1957, s.3) Bugün bu anlamda bir aydınlanmayı zor buluruz.
Yurttaşlar dayanaklarını kendi bağımsız düşüncelerinden değil
uzmanlardan alıyor. Şimdi “akılcı olma”nın anlamı bu. Birey, aile,
kasaba ve kentlerin yaşamlarının giderek artan bir bölümü uzmanlar
tarafından teslim alınıyor. Çok yakında insanlar, “Sen psikolog musun
kardeşim?” itirazını göğüslemeden “canım sıkılıyor” bile
diyemeyecekler.
9
“Eğer”, diye yazıyordu kaç zaman önce Kant,
“benim yerime anlayan bir kitabım, benim yerime vicdan taşıyan bir
papazım, ne yiyeceğime karar veren bir hekimim vb. varsa, benim
zahmete girmeme ne gerek var. Düşünmem filan gerekmez, biraz para
verdim mi başkaları bu sıkıcı işi benim yerime hemen üstlenecektir”.
Şüphe yok ki bugün ve geçmişte her zaman umut veren bir akıl (küçük
“a” ile) olmuştur. Tektipliğe karşı çıkan, bireylerin kendi bildikleri
gibi yaşama, düşünme ye davranma haklarım savunan insanlar hep
vardı. “İlkel” kabilelerin de aralarında bulunduğu birçok toplum bize,
Aklın ilerlemesinin kaçınılmaz olmadığını, onun tehir edilebileceğini
ve hattâ böylece işlerin daha da iyi olabileceğini öğretiyor.
Bilimadamlarının araştırmaya konmuş geleneksel sı-
9. Bu gelişmeyi haber veren İlginç bir bölümde (
Tbeaethus,
144d8 - 145a13)
Platon’un Sokrates’i Theodoros’u -diyalogdaki kişilerden biri-, yüz benzerlikleri
konusunda uzman olmadığı halde ona Theaethus'un kendisine benzediğini
söylediği için eleştirir.
nırların ötesine taştığına, küçüklü büyüklü çeşitli topluluklarda
yurttaşların kendilerini ilgilendiren uzman kararlarını gözden ge-
çirdiklerine tanık oluyoruz. Fakat dey boyutlu teknolojilerin ve
onlara tekabül eden kurumların neredeyse kaçınılmaz bir sonucu
olarak yaşanan giderek artan güç ve iktidar merkezileşmesi yanında
bunlar çok küçük nimetlerdir.
Bu da beni
özgürlük
sorununa götürüyor. Şimdi bize teselli veren
ama halen daha milyonlarca insanın mahrum bulunduğu elimizdeki
şu özgürlüklere ancak istisna olarak Aklayatkın (reasonable) bir
tarzda ulaşıldığından söz edilebilir -bir sürü şeyin hesaba karıştığı ve
yapıları Kleistenes’ten Mandela’ya tüm örneklerde geçerli birtakım
genel ilkelerle açıklanamayacak uzlaşmalardan, mücadelelerden
doğmuşlardır. Her hareketin kendine özgü politikaları, kendi
hissedişleri, kendi hayal gücü vardı; her mücadele o güçlü özgürlük
sözcüğüne kendi anlamını yüklemiştir. Kuşkusuz tek tek tüm
mücadeleleri özetlemek ve bunlardan bir “siyasi ders” çıkarmak
mümkündür -fakat somut, özgül politikalar olmadıkça sonuç hep
kişiliksiz, yararsız ve aldatıcıdır, ve de gerçekçi değildir. Yine
kuşkusuz tutarlı ve anlamlı bir dünya görüşünü satmak ya da
dayatmak için bayat sloganlara, içi boş “ilkelere” başvurmak da
mümkündür. Fakat bu özgürlüğü teşvik etmeyecek, yalnızca parlak
özgürlük terimleriyle paketlenmiş bir kölelik doğuracaktır.
Böylesi düşüncelerle, yerli halkların maddi ve manevi başarıları
üzerinde çalışan bilimadamlarının içgörülerini birleştirdiğimizde,
bilimin doğasında kültürel çeşitliliği dışlayan hiçbir şey olmadığı sonucuna
varırız.
Kültürel çeşitlilik serbest ve sınır konmamış araştırma
anlamında bilime ters düşmez, ancak “akılcılık” ya da “bilimsel
hümanizm” gibi felsefelere ve, kendi Nuh nebiden kalma inançlarını
kabul ettirmek için, donuk ve çarpık bir bilim imgesinden medet
uman ve kimi zaman Akıl da denilen bir faile (agency) ters düşer.
Ama akılcılığın tanımlanabilir, belli bir içeriği yoktur ve aklın,
eskaza bu adı sahiplenmiş görünen tarafların verdiği ilkelerden
başka bize önerebileceği dişe dokunur bir şey yoktur. Ve şu anda tek
yaptığı, birörneklik yönündeki o genel itkiye bir kalite havası
kazandırmaktır. Aklı bu itkiden kurtarmanın ve şerefi Akılcılıkla
kurduğu bu ortaklık ta-
Dostları ilə paylaş: |