Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
123
.”
Yani örnek okur,
bir okur değildir Eco’ya
göre.
okur, metni değişik biçimlerde okuyabi-
lir. Çoğu zaman da anlatıyı, kendisinde rastlantısal ola-
rak uyandırdığı tutkuların bir mahfazası gibi kullanır. Bu
durumda, altını çizerek söyleyecek olursak
okur,
metni yanlış okumaktadır. Örnek okursa sadece metinle
işbirliğine gidecek kişi değil ama aynı zamanda yazarın
yaratmaya çalıştığı okurdur da.
“Bir varmış bir yokmuş,” diye başlayan bir anlatıyı dinle-
meye hazırlanan kişi, bir çocuk veya sağduyunun ötesin-
de bir hikâyeyi dinlemeye hazır bir kişidir. Bunlar ancak
örnek dinleyici olabilir. Ya da bir metni kendi tecrübele-
rinin, tutkularının etkisinde olmadan okuyan kişi örnek
okurdur.
Örnek okur, oyunun sınırlarını bilen ve oyunda kalabilen
kişidir. Peki, oyunun sınırlarını kim koyuyor? Burada bir
tuzağa düşüp tabii ki yazar diyecektir çoğumuz. Ama eğer
örnek okuru
okurdan ayırdıysak, örnek yazarı da
yazardan ayırmamız gerekir. Yazarın hayatını,
tecrübelerini bilmenin onun anlatısına ne katkısı olabilir?
“
,”
diyor Eco. Bir yazarın edebiyat dışı hayatı hakkında kimi
detayları bildiğimizde oyunun kuralları da ister istemez
bozulur. Doğal olarak anlatıyı değil yazarı okumaya mey-
lederiz.
Eco, yazarı tanımanın metni doğru okumada hiçbir faydası
olmadığını söylemekle birlikte, bir metni tekrar tekrar oku-
manın, hatta titizlikle incelemenin faydalarına değiniyor.
Peki, örnek yazar kimdir? Örnek yazar, metnin yazarı
olmadığı gibi, anlatıcı rolündeki kişi de değildir. Örnek
yazar, eserin arkasında, ötesinde, bizimle bir biçimde ko-
nuşan, bizi yanında isteyen bir ses, örnek okur olmaya
karar verdiğimizde duymaya başladığımız talimatlar bü-
tünüdür. Tıpkı Dante’nin İlâhî
’sında kahramana
eşlik eden Vergilius’tur.
dolaşmanın tek bir yolu olmadığı gibi
tek bir düzlemi de yoktur. En basitinden birinci düzlem-
deki okur, öykünün nasıl sona ereceğini bilmek ister.
Hikâyenin nasıl sona ereceğini anlamak için metni bir kez
okumak yeter. Örnek yazarı tanımak için ise aynı metni
defalarca okumak gerekir.
Eco’ya göre, ormanda oyalanmaktır bu.
Oyalanmaktan bahsederken tabii ki Proust
2
örneğiyle gi-
rer konuya Umberto Eco, “
”
Hatta hiçbir amaç olmaksızın, kimi zaman doğru yolu
kaybetmenin zevkini yaşamak için de dolaşmak müm-
kündür ormanda... Ortaya bir merak unsuru koyup sonra
okuru başka mecralarda dolaştırmak ucuz bir hile olarak
görülebilir. Bu bakımdan oyalamacanın ne şekilde kulla-
nıldığı önemlidir. Oyalamanın işlevlerinden biri de hikâ-
yenin etkisini artırmaktır. Bekleyiş yeterince uzun, spazm
gerektiği ölçüde gerçekleştiğinde
daha güçlü
gerçekleşir.
Oyalamak ve oyalanmak, zaman unsurunu farklı şekiller-
de kullanmak, yazar ve okurun oynadığı oyunun en eğlen-
celi öğelerinden biri olarak çıkar karşımıza:
Anlatı zamanı ve okuma zamanı bir olmadığı gibi, hikâ-
yenin akış zamanı da kurguya göre ileri veya geri taşı-
nabildiğinde, edebiyatta sınır kavramı, kendisini okurun
zihninde uyanan imge olarak karşımıza çıkar.
’yi okuduğunda örnek okur, o
ise,
ben kimim, diye sorar.
“Ben kimim?”
“Sen hiç kimsesin.”
“İşte
ebediyat!” *
* Edebiyat sözcüğünü, sınırları kaldıran
ebediyet kavramı
ile devşirdiğim uydurma bir tabir.
ça
:
Umberto Eco,
Can Yayın-
ları, 1996
Italo Calvino,
, Yapı Kredi Yayınları,
2007
Jorge
Luis Borges,
, 2013
2
Marcel Proust, Fransız romancı, deneme yazarı ve eleştirmen.
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
125
D
eğişim ve ardından gelen dö-
nüşüm
nın odak nok-
tasıdır.
drama;
şartların, durumun, dinamiklerin ya-
rattığı değişimin, karakterin psikoloji-
sini ve hayatını nasıl
etkilediğini oda-
ğına alır.
Bertolt Brecht
)
drama ise değişmeye direnen karakte-
rin sosyo-ekonomik sistemin kurbanı
ve sürdürücüsü olduğunun altını çizer.
Öte yandan
drama; değişim,
hele de dönüşümü beklemenin ölüm
ve doğum dışında çok da mümkün ol-
madığını îmâ eder. 20. Yüzyılın ikinci
yarısına göz attığımızda sadece dra-
ma anlayışlarının çarpışması, yeni ba-
kışların ortaya çıkmasını değil, dünya
tarihinde hiç olmadığı kadar hızlı ge-
lişmekte olan bir toplumsal değişimle
de karşı karşıya kalındığını görürüz.
II. Dünya Savaşı’nın ardından şekil-
lenen dünya düzeniyle birlikte tekno-
lojik, politik, ekonomik, coğrafî, kül-
türel güçlerin savaş alanına çevrilen
bir gündelik hayat portresi çizilmeye
başlandı. Bu büyük düzenin değişimi-
ne ve soğuk savaş döneminin bitişine
tekabül eden ve Batılı Kapitalist top-
lumlardan oluşan 1. Dünya ülkelerini,
Doğu Avrupa ve SSCB’nin oluştur-
duğu 2. Dünya ülkelerinden ayıran
Berlin duvarının yıkılışı ve SSCB’nin
dağılması ile başlayan değişimler sil-
silesi ise sadece bu ülkeleri değil, tüm
dünyayı etkisi altına alan bir anlayı-
şın şahlanmasına yol açtı. Bunu tek
kutuplu,
dünya düzeni olarak
kabaca tanımlayabiliriz.
1
Söz konusu dünya, iletişim teknolo-
jileri, bilgisayar gibi teknik ilerleme-
1 Giddens, 2005, s.48-76
ler nedeniyle üretim ilişkilerini tekrar
alt üst eden, dağılan ulusların Avru-
pa’nın ortasında birbirleriyle savaş-
tıkları yeni milliyetçilik akımlarının
fışkırdığı, aynı zamanda da Avrupa
Birliği projesiyle ülkeler arasındaki
ekonomik sınırların kaldırılmaya ça-
lışıldığı, bu arada faşizmin yeni ırkçı-
lık ya da Neo-Nazi söylemleri içinde
tekrar yeşerdiği bir döneme tekabül
etti.
2
Tüm bunlar sıradan insanın hayatı
üzerinde inanılmaz etki ve değişim-
lere neden oldu. İşte bu çalışmanın
amacı da yaklaşık 40 yıl farkla yazıl-
mış iki oyunun Avrupa medeniyetine
ve burada yaşayan insanın değişimi
ve toplumsal dönüşümüne nasıl bak-
tığını incelemektir. Ayrıca, politik
tiyatroda biçemin değişimine, izle-
yici beklentisinin ya da durumunun
değişimi ile bu oyunlar bağlamında
değinilecektir.
1956’da Dürrenmatt tarafından yazı-
lan
’in konusunu kısaca şöyle
özetleyebiliriz: Avrupa’nın kalbinde
uzun süredir ekonomik sıkıntı çeken
bir kasabaya yıllar önce orayı terk
etmiş olan yaşlı hanım, bir milyoner
olarak geri gelir. Kasaba halkına ba-
ğışlayacağı olağan üstü yüksek meb-
lağ karşılığında eski hesapları kapat-
mak için adaletin yerine getirilmesi,
yani intikam şartını koşar. Bu andan
itibaren kasabada Avrupa’nın temsil
ettiği tüm
ve
a-
2
Marshall, 1999
cı düşünce sarsılmaya başlar. Çünkü
pazarlık bir anlamda Avrupa mede-
niyetinin temsil ettiği tüm olumlu
“evrensel” değerlerden vaz geçmeyi
öngörmektedir. Böylece kapitalizmin
beslediği tüketim ve para değerle-
rinin karşısında, Avrupa’nın insanî
ve kültürel değerlerinin nasıl tek tek
yok olduğunu trajikomik bir şekilde
görürüz.
1995’te Greig tarafından kaleme
alınan Avrupa’nın konusu ise kısa-
ca çürümeye yüz tutmuş küçük bir
sınır kasabasına, tren seferlerinin
tamamen iptal edildiği gün, iki ka-
çak mültecinin gelmesinin ardından
yaşanan olaylar olarak özetlenebilir.
Savaştan kaçan bu iki mülteci, iki
Almanya’nın birleşmesi sürecinde
ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik
zorlukların yerli halk üzerinde yarat-
tığı gerilimin kurbanlarına dönüşür-
ler. Kapitalizmin emrinde kâr marjını
arttırmaya yönelik teknolojik ilerle-
menin fiziksel güce ihtiyaç duyulan
işleri ortadan kaldırdığı; mavi yakalı
işçilerin yerlerini, bu işleri ellerini
kirletmeden uzaktan idare edecek
beyaz yakalılara bıraktığı, böylece
tüm yaşamı boyunca en iyi yaptığı
işin artık gereksiz olduğunu öğrenen
insanların kimliklerini ve aidiyetleri-
ni kaybettikleri ve “ziyankâr” olarak
algılandıkları, herkese yetecek kadar
işin kalmadığı, yabancıların göçünün
sınırlı iş olanaklarını daha da kısıtlı
hale getirdiği iki Almanya’nın bir-
leşmesinin tüm sancılarının sıradan
insanı etkisi altına aldığı bu süreçte
de yine Avrupa’nın temsil ettiği de-
ğerlerin değişimine, hatta dönüşümü-
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni