Yazar: baki ÖZ 1996



Yüklə 0,63 Mb.
səhifə3/15
tarix06.02.2018
ölçüsü0,63 Mb.
#26155
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

Tarihsel olgunun böyle gelişmesine karşın günümüzde birtakım çevreler güya bilimsellik adına eski Anadolu Alevi-heterodoks kesimleri cinsel konukseverliğin töhmeti altında tutarlar. Alevi toplulukların tarihinde bu tür yaşantıları olduğu izlenimini verir ve bu bağlamda bir kanı yaratırlar. Turgut Akpınar bunun örneklerindendir. Şunu söylüyor:

"Cinsel konukseverlik, yeryüzünde birçok yerde görülen bir adettir. Bu adetin bazı Ortaasya Türk kavimlerinde de bulunduğuna dair tarihi kayıtlar mevcuttur. Selçuklular dönemi Anadolu'sunda da bu adetin varlığı bir eserde rivayet edilmiştir. Bu rivayetin doğru olabileceğini, Ortaasya'daki tatbikat göstermektedir. Bizim Toroslar'da göçebe Türkmenler arasında yaşanmış gerçek bir olayı, Ali Rıza Yalgının eserinden çıkarmamızla, bu adetin vaktiyle gerçekten varolduğu kesinleşmiş sayılabilir. Cinsel konukseverlik kalıntısı olduğu açıkça belli olan bu adetin, konu ile ilgisini ortaya koymak, varsa bu araştırmanın ilmi yararını oluşturmaktadır" (35).

Turgut Akpınar 1988'lerde bir tebliğinde yeralan bu kanısını 1994'lerde bir kitabında yineler. "İlmi buluşu"nu şöyle dile getiriyor.

"... Bu akıl almaz gibi görünen adetin, Ali Rıza Yalgının Cenubta Türkmen Oymakları eserinde anlatılan bir olayla ilişkisine dikkat çekerek, bu rivayetin bir esası olduğunun hemen hemen kesinleşmiş sayılabileceğini Tarih ve Toplum Dergisinde yayınlanan bir araştırmamızda belirtmiştik" (36).

Oysa "Cenupta Türkmen Oymakları"nda anlatılan Türkmen boylarındaki incelik çok başka sonuçlara araştırmacıyı götürecek niteliktedir. Burada ahlaksızlık değil, oldukça ince bir ahivkblık [ahbablık?], dürüstlük, içtenlik örneği sergileniyor. Akpınarların anlayamadığı bu dürüstlük ve içtenlikteki incelik, Kadı Ahmet'lerin mantığı, insanlık anlayışı doğallıkla bu mantıktan kurtulamamış günümüz insanını da yanıltacaktır. Sıradan bir insanın yanılması ne âlâ ama, bir araştırıcının yanılması, "bilimsellik" adına bilim dışılığa çıkması oldukça toplulumuz adına zararlı sonuçlar doğuracaktır. Toroslar'daki Türkmen boyları için sözü edilen yaşantı şu. Buradaki ahlaklılığın inceliğine ve içtenliğine dikkat edelim.

"Aşiretler arasında misafire gösterilen hürmet ve fedakarlık hakkında ne kadar değerli övgüler yazılsa azdır. Bu misafirseverlik bazan aşırı denecek derecelere kadar çıkar.

Bakınız Gökdere'de bir gece misafir olduğum İbrahim Ağanın çadırında gördüğüm bir misafir adetini anlatayım:

İbrahim Ağanın obasındaydım; uykumuz geldi, yataklar serildi. Çadırın sağ köşesinde ve girişin başındaki yatağın bana ait olduğu besbelliydi. Çadırın sol köşesi İbrahim Ağaya veriliyordu, İbrahim Ağa derhal yatağına yattı. Çadırı aydınlatan ufak bir ateş aleviydi. İbrahim Ağa ile benim aramda kadınlar, çocuklar yatıyorlardı. Hepsi yatınca ben de uzandım. Ortada yalnız İbrahim Ağanın 17-18 yaşlarındaki kızı kalmıştı. Bu, obanın en yetişkin kızı ve İbrahim Ağanın en büyük çocuğu idi. İşlerini tamamlayarak hepimizden sonra yatacaktı. Benim yanımda boş kalan yatakta bu güzel kız yatacaktı! Benim yatağım ile kızın yatağı arasında ancak on santimlik bir boşluk vardı.

Aradan beş on dakika geçtikten sonra tahmin ettiğim gibi kız geldi, soyundu ve yatağına girdi, uyumaya başladı.

Şimdiye kadar görmediğim bir adet ve bu aşırı misafirperverliğe hayran olarak bir süre düşündükten sonra ben de uyudum.

Ertesi gün uygun bir dille bu adeti İbrahim Ağaya sordum. Ağa bana dedi ki: 'Biz yürükler bize yakın büyüklere böyle ederiz. Bu adetimiz ata, dede adetidir, nidek (ne yapalım) adet bulunmuş...'

Ben hemen 'İbrahim Ağa dedim, bu adetten ya bir kaza çıkarsa?' Ağa hemen cevap verdi:

- Bizim kızlar nefislerine hakimdir. Ama biz misafiri de gözünden biliriz. Eğer bir misafir hainlik eder ve yan gözle bakarsa zorlu düşmanlığımız üstüne gelir. Biz öylesi adamı yaşatmayız. Buralarda ardıç hakim, çam kadı.

İşte öyle bir adet ki, en medeni ve en çağdaş memleketlerde bile benzerine rastlanmaz, İbrahim ağa biraz düşündü ve sözlerine ekledi:

- Taşhan'da misafir bir adam, bir dul gelinin çadırına inmiş. Kalbini bozmuş. Kadın bu herife:

- Ulan rahat dur. Ulan fikrini bozma, demiş. Herif aldırmamış. Sonunda gelin misafiri dana kazığına sıkıca bağlamış ve iyice ıslatmış. Bizim aşiret kadınlarında ve kızlarında senin bildiğin işler yoktur efendi, yoktur dedi ve kollarını kabartarak iftiharla dehşetli bir öksürdü..." (37).

Umarım İbrahim Ağanın Ali Rıza Yalgın'a verdiği yanıtta Turgut Akpınar da kendine düşeni almıştır. Konukla bir arada yatmak oba ve çadır yaşantısının bir gereğidir. Olanaklar o kadardır. Burada bir ahlaksızlık değil, geleneksel toplumun kendine özgü yapısı içerisinde oluşturduğu özveri, sevecenlik, içtenlik ve dürüstlük temelinde oluşmuş bir ahlaklılık vardır. Kimsenin bu güzelim duygularda yanlış sonuçlar ve kötü anlayışlar çıkarmaya hakkı yoktur. Şer'i çevrelerin ulaşamadığı bu güzelim duyguları karalaması, onun aşağılık kompleksinin sonucudur. İnsan/toplum ancak olgunlaşmayla bu tür duygulara, anlayışa ve yapıya ulaşır. Alevi toplumunun tarihsel süreci budur.

Batıni, Alevi ve heterodoks topluluklara ve akımlara ahlak dışı suçlamalar yöneltmek ortodoks İslamın öteden beri sürdürdüğü bir geleneğidir. İslamdan önceki dönemlerde anası, kızı, kızkardeşi ile ilişkiye girdikleri iddia edilen ve kırmızı giysiler giyindikleri için "Muhammere" (Kızıllar) adı verilen Hurremiler için bu niteleme kullanılmıştır. Bu yakıştırma daha sonraları Safeviler'den Şah Haydar'ın ve ardıllarının kullandığı oniki dilimli kızıl renkli "Haydan tac"a, Safevi ordularının taktıkları kırmızı başlıklara ve Anadolu Alevilerinin Safevi dergahına bağlılıklarına dayanarak Sünni kesimlerce Aleviler için kullanılan sözcüğüyle "Muhammere" hakkındaki düşünce ve çağrışımlar Alevilere yöneltilmiştir. Binlerce kez gündeme getirilen bu tür iftiralar işte bu kör bağnazlığın, Sünni egemenliğine yaltaklanmanın ve geleneksellişmiş Alevi düşmanlığının ürünüdür (38).

Ciddi araştırmacılar, yansız bilim adamları, Alevi toplumunu tanıyan, yıllarca onlarla haşır-neşir olmuş bürokratlar bu tür iddiaları ciddiye almaz, dahası bunlarla savaşırlar. Alevi toplumunun ahlaklılığını, dürüstlüğünü ve içtenliklerini her vesileyle ortaya korlar. Prof. Köprülü bu savları "Kızılbaş kesimler aleyhinde Sünnilerce sürekli ileri sürülen suçlamalar" olarak değerlendirir (39). 1930'ların Erzincan'ını çok iyi bilen Erzincan eski valisi Ali Kemali (Aksüt) Bey; "Seyyidin mum söndürmesi, kadın ve erkeklerin birbirine karışması gibi ahlak dışı eylemler gerçeğe uygun değildir. Kaymakamlığımdan beri Kürtlerle ve Kızılbaşlarla meskun çok yerlerde incelemeler yaptım. Bu isnadı doğrulayan bir belirti elde edemedim, edene de rastlamadım" demektedir (40). Yine Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Pülümür, Tunceli, Elazığ ve Konya'da kaymakamlık ve valilikler yapan, yöre halkıyla yakından ilgilenen Cemal (Bardakçı) Bey, "Topluluk halinde fuhuşun kesinlikle yapılmadığını", "kimsenin de böyle bir iddiada bulunmadığı ve bulunamayacağını" gözlemleri ve saptamalarına dayanarak söyler (41).

Niğdeli Kadı Ahmet'in savı tekdir. Başka bir kaynakça desteklenmemektedir. Aynca duyduklarına, yani ikinci elden söylenenlere dayanır, Bu tür iddiaları tarih bilimi yöntem bakımından doğru kabul etmez. Bu savların tarih bilimince bir değeri ve geçerliliği yoktur. Ne var ki bağnaz kesimler kendi ürettikleri bu yargılara doğruymuş gibi sarılır ve yüzyıllarca temcit pilavı gibi pişirir pişirir insanlığın önüne sürerler. Nedeni karşı görülen Aleviliği yoketmektir. Günümüzde atık bunu anlamamaktan gelmek, Kadı Ahmet'lerin bağnazlığında direnmek olur. Bu davranışta da ne bilimsellik vardır, ne de dürüstlük.

Oysa günümüzde fuhuş ve konuklara kadın sunma dinsel amaçlı değil, toplumsal, ticari ve siyasal amaçlıdır. Bu iş artık bireysellikten çıkıp kurumsallaşmıştır. Bu amaçla kullanılan kadın ve kızlar da bu kurumlarca bulunmakta ve sunulmaktadır. Bunu belli dinlere, mezheplere, kesimlere maletmeye gerek yok. Konukseverliğin bu örneğini İslam, Hıristiyan bütün ülkelerde görmek olası. İş çevrelerinde bunun örneğine sıkça rastlamak mümkün. Yazar Lütfi Kaleli'nin dediği gibi "Bu işleri düzenleyen sektör dahi oluşmuştur. Bu tür ilişkiler sonucu yapılan iş bağlantıları doruk noktasındadır. Ve artık bu uygulama, uygarlığın gereği olarak iş dünyasında 'mübah' sayılmaktadır. Ama bunu yapan 'muteber' iş sahiplerinin karıları ve kızları evlerinde hanım hanımcık oturmaktadırlar. O tür 'konukseverliği' ise, bu işler için yetiştirilmiş kadın ve kızlar yerine getirmektedirler..." (42)

Ne var ki burjuvazi güçlü.

Kim ahlaklı, kim ahlaksız...

Alevilere yükletilen cinsel serbestlik ve cinsel konukseverliğin içyüzü bu.

Osmanlı Tarih ve Hukuk Adamı Cevdet Paşa

Aleviliği Karalama Yarışında:

Cevdet Paşa (1822-1895), bürokratik aristokrasi denecek bir kategoriye giren, Osmanlı'nın tutucu Tanzimat adamıdır. Üst düzeyli kuruluşlarda ve bakanlık gibi önemli görevlerde bulunmuştur. Osmanlı tarihçi ve hukukçusudur. Bu hukuk ve tarih adamı "Komünizm", "Sosyalizm" ve "Nihilizm"in İran kökenli, "Mazdekçilik"ten çıktığını, sonralarıysa Türkiye'de "Alevilik" adıyla sürdüğünü yazar. Şeriatçı mantığının her türlü suçunu Aleviliğe yükler ve sapla samanı kanştırır. Şunu yazıyor bu Osmanlı devlet, bilim ve hukuk adamı:

"Mazdekçiler İslamın arasına karıştılar. Arasıra bir yolunu bulup din hükümlerini bozmaya kalkıştılar. Çoğu kez de batıl ayinlerini Alevilik perdesi arkasında yürüttüler. Kızılbaşlar Mazdekçiler'in kalıntılarıdır. Batınilik mezhebi de onlarla dalbudak salmış, batıl bir doktrindir ki, bunlara İbâhiyyun adı da verilmektedir. Azgın Şii takımından olan Suriye'deki Nusayriler yani Nusay'ın tarikatından olanlar gibi batıl mezheplere saplananlar hep Batınilik'tendir. Bunlar Kurandaki ayetleri olmadık yanlış anlamlarla yorumlarlar. Yeryüzündeki tüm şeylerin bütün insanlar için olduğu anlamına gelen ayeti, yanlış yorumlayarak herkes herşeye ortaktır, derler. Yoksa her kişinin her şeyde ortaklığı gerekmez. (...) Daha sonraları meydana çıkan komünist, sosyalist ve nihilist mezhepleri hep Mazdeki ayinidir. Bunlar arasında ayrıntıda ayrılık varsa da, hepsi mal kullanma yasalarını ve kadında evlenme usulünü kaldırdıklarından, temelde birleşirler. (...) Mazdekçilik, İran'da çıkmış; İslam ülkelerinde Batıniliğe dönüşmüş ve Aleviliğe bürünmüştür. Daha sonra, Avrupa'ya geçip Frenk giysisini kuşanarak Komünizm, Sosyalizm ve Nihilizm gibi adlar takınmıştır" (43).

Görüldüğü gibi paşa sapla samanı karıştırır. Buna neden de olaya şeriat gözlüğüyle ve Osmanlı tutuculuğuyla bakmasıdır. Özellikle zehrini kusacaktır. Alevilikte kadın ortaklığı olduğunu söyleyecektir. Bu nedenle de kendisine dayanak gerekmektedir. Aleviliği söylencelere bürünmüş, henüz bu kimliğinde de kurtarılamamış İran Mazdekçiliğinin devamı olarak göstermesi bundandır. Aynı mantık onu Alevilikle Komünizm, Sosyalizm ve Nihilizmi bir ve aynı görmeye kadar götürecektir. Özünde kendisi, Alevilik bir yana, komünist düşünceleri yeterince tanımamaktadır.

Cumhuriyet Döneminde de Aleviler

Karalanmaktan Kurtulamazlar:

Cumhuriyet yönetimiyle Aleviler rahat bir nefes alırlar. Ulusal birlik ve bütünlük, din ve mezhep ayrımlarının önüne geçer. Osmanlı ümmetçiliğinin Cumhuriyet ulusçuluğuna yerini bırakmasıyla birlikte mezhepçilik bir dönem için belli ölçülerde geriler. Alevilik-Bektaşilik araştırma ve inceleme konusu olur. Bu alanda Cumhuriyetin ilk dönemlerinde oldukça ciddi araştırmalar yapılır ve yayınlanır. Besim Atalay, Fuat Köprülü ve Sadettin Nüzhet Ergun'un çalışmaları bu dönem yayınlanır. Alevi-Bektaşilik yükselen bir değerdir. Aleviliğin üzerindeki devlet baskısının kalkışıyla birlikte aşağılayıcı türden karalamalar da zayıflar. CHP'yle özdeşleşen Aleviler Atatürk'ten sonra yeniden hedeflenmeye başlanırlar. CHP'nin karşısında yuvalanan dinci-şeriatçı kesimler CHP'ye, CHP'nin "altı ok"una, İsmet Paşa'ya ve Atatürk'e açık tavır alır ve Cumhuriyetin laiklik gibi temel taşıyla oynamaya başlarlar. Böylece Cumhuriyetçi, Atatürkçü ve laik olan Aleviler de yeniden anti-laik, dinci, gerici ve tutucu çevrelerin hedefi olur.

Alevilerin, "Kızılbaşlığından", "namussuzluğundan", "kadınları ortak kullandıklarından" ve "dinsizliklerinden" yeniden söz edilmeye başlanır. Bu tür çatlak seslere özellikle 1945'lerden sonra CHP'nin özellikle gözden düştüğü, dinci-şeriatçı ve anti-laik çevrelerin Demokrat Parti içerisinde güçlenerek iktidara tırmandıkları dönemlerden itibaren rastlanır. Bu tırmanış ve çatlak sesler gönümüze kadar sürmüştür. İşte bu döneme ait çatlak seslerden birkaçı:

Cumhuriyetin ilk dönem aydınlarından biri de Naşit Hakkı (Uluğ)'dur. Gazeteci olan bu aydın (!) Dersim'e gider ve Dersim'in "uygarlığa açılışını", "uyanışını" izler. Ama ne var ki Osmanlı kafasından kurtulamayan bu gazeteci, zehirini bir takım karşıt-Dersimli halkın ağzından kusar ve halktan birilerinin şunları söylediğini yazar:

"Kaçgöç yok... Sünnete bir ustura dokundurup biraz kan çıkarmakla insan Müslüman olur mu? Aile hayatları bizimkinden bambaşka... Bir kardeşin aldığı karıya diğeri pervasızca tasarruftan çekinmez; namus telakkileri bize uymaz" (44)

Dönemin bir başka yazan Eşref Edip'se Alevilerle ilgili utanç verici yazısında şunları söylüyor (45):

"Din üzerindeki baskıyı devam ettirmek için şimdi bir de Alevi sorunu ortaya çıkardılar. Okullarda din dersi okutulurken Ehl-i Sünnet mezhebinden olan milletimizin çocukları aldıkları din duygusu ile ülkede bir yekûn oluşturan Alevilere, Rafızilere düşman oluyorlarmış. Ehl-i Sünnet'in bu düşmanlığı bölücülüğe neden oluyormuş. Ülkede din dersleri genellikle kaldırılıp eğitim-öğretim laikleştirilince, Türk milletinin Alevilere, Rafızilere karşı bir düşmanlığı kalmayacakmış. Bu sayede ulusal birlik sağlanacakmış. İşte bu birliği sağlamak için din adına hiçbir şey okutulmamak, öğretilmemeli! (...) Nasıl? Tam Komünizm ilkesi değil mi? Komünisler de böyle diyor. (...) Alevilerin, Rafizilerin, Kızılbaşların gönlü olsun diye Müslüman Türk çocuklarına din dersi, din eğitimi vermemek çok garip bir iddiadır. (...) Müslüman Türk milleti çocuklarına Kızılbaşların içine düştükleri hurafat gayyasına (cehennem çukuru) düşmemek için, din-i mübinimizin yüksek esaslarını okutmaları, öğretmeleri en büyük farizadır. Aradaki birliği sağlamak için bizi onların derecesine indirmek değil, onları bizim derecemize yükseltmek daha akıllı bir iş olmaz mı? Falih Rıfkı Bey bunu biliyorlar mı? Alevilerin içyüzünü Büyük Millet Meclisi Başkan Vekili üstad Şemseddin Günaltay'dan dinleyelim:

'Dünyada, tarihi kendi keyiflerine göre bozmak konusunda en çok maharet gösteren bir bölük varsa o da Alevilerdir. Güya Kuran'ı Hz. Ebubekir ve Ömer değiştirmişlerdir. Hz. Osman da bu değişmiş Kuran'ı yakarak, kendisi bir kitap yapmış ve herkese Kuran diye tanıtmış imiş. Aleviler, aldatıcı düzmecelerle halkı ayarttıktan sonra nerede bir Kuran bulurlarsa yakmışlardır. Amaçları Kuran'ı ortadan kaldırıp, eski geleneklere dönülmesine güvenilir bir zemin hazırlamaktı.'

Alevi mezhebi, önce Ehl-i beyt'e sevgi perdesi altında gizlenerek sonraları Hz. Ali'nin Tanrılığını da savunmak gibi gülünç bir şekilde sonuçlandı. Hz. Ali'yi tanrı edinenler, O'nun resmine tapmayı ve secde etmeyi de caiz görüyorlar. Anadolu'da bilgisizlik ve saçma inançlar altında inleyen Rafizilerin kendi millettaşlarına karşı beslemiş oldukları kin ve nefret, hep bu yoldaki iğrenç telkinlerin uğursuz sonuçlarıdır.

Rafizilerin Sünniler hakkındaki kızgınlık ve nefretleri hükümetin gözünden kaçacağına inandıkları takdirde, köylerine düşen biçareleri dini diri ateşte kızartmak gibi acı olaylara yol açacak kadar köklü ve haincedir. Bir Aleviye göre Sünninin malı-canı-ırzı kendisi için helaldir. Fırsat buldukça, Sünninin varlığını ortadan kaldırmaya çalışmak kendisinin dinsel bir görevidir.

Anadolu'nun en cahil, en uydurmacılara inanan topluluğu bu biçarelerdir. Akla, irfana hatta insana yakışmayacak inançlar bu bedbahtları hayvan seviyesine indirmiştir. Ali'ye tapınmayan, Ali'nin hakkını yiyen Halifelere sövüp saymayan Sünnileri, Kızılbaşlar kafirden daha kötü sayarlar. Kızılbaş karısını Sünni Türk'ten sımsıkı kaçırır, fakat bir Hıristiyandan kaçırma gereğini duymaz. Arif Bey'in 'Başımıza Gelenler' kitabında dediği gibi, bu adamlar Sünnileri Yezit olarak tanırlar, her vakit söver ve lanet ederler. Askerlik hizmetini bir angarya gibi görürler. (...) Aleviye göre bir Moskof askeri, dindar ve yurdunu ulusunu seven bir Sünni'den bin kat daha hayırlıdır.

(...) Dedelerin elinde ser deste denilen alaca bir değnek bulunur. Bu sopa, yeşil bir torba içinde saklıdır. Kadın erkek bütün halk, gece dedenin konuk olduğu eve toplanırlar. Dedenin huzurunda ayin-i cem yaparlar. Kadınlar, kızlar, erkekler dedenin dua edip kutsadığı içkilerden içerler. Şarkıcılar saz çalar ve koşma söylerler. Herkes bu odun parçasını öpmeğe can atar ve niyazlarını yaparlar. Dedenin nefesi, doğurmayan kadınlara ruh üfler.

Bunların inançlarının özü uydurma masallara-hurafelere inanmak ve mutlak bir cehaletten ibarettir. İnançları arasında akıl ve mantık namına bir şey aramak abestir, inanç diye o kadar köhne o kadar kokmuş saçmalıklara inanırlar ki bunlara inananların insan cinsinden olduklarına insanın kuşku duyacağı geliyor. (...) Kızılbaşlardan Vazalak adıyla anılan kütle ise dağa, taşa, ağaca, direğe tapmaktadırlar.

(...) 1853'de Kırım Savaşı günlerinde (...) Ali Bey adında bir Kızılbaş isyan etmiş, yörede bulunan Tercan ilçesinin Kızılbaş olmayan köylerini yakmış, yıkmış ve birçok mal ve hayvan gasbetmiştir.

Bu hastalığa karşı ciddi önlemler almak gerektir. İslami Evkaf tan yararlanarak bir yandan yer yer yatılı ve uygulamalı okullar açmak, diğer yandan vaizler, mürşidler yetiştirmek, muhtelif illerde bunları yetiştirecek vaaz ve ir şad (aydınlatma) kurumları açmak gereklidir.

(...) Halk Partisi (...) Alevilik sorununa (...) 'onlar da kendi çocuklarına kendi dinlerini öğretmek isteyeceklerdir' demektedir. Eğer Aleviler bağımsız bir din ve inanç sahibi iseler istedikleri gibi dinlerini, inançlarını çocuklarına öğretsinler. Fakat bunlarda ne din var ne mezhep!.."

Eşref Edib'in kaleminde açıkça Alevilik düşmanlığı kusuluyor. İçi kan ve hınçla dolu bir insanın zehiri bunlar. İnsanlığı yaralayacak ne kadar kötülükler varsa Alevilere yüklemeden çekinmemiş. Diniyle, inancıyla alay etmiş, aşağılamış. İlkel olarak nitelemiş. Alevileri önceki dinlerini sürdürmekle suçlamış. Oysa, öreğin Sabilik gibi önceki dinlerin inanç öğeleri Sünni İslamca da sürdürülür. Adak, mezar ziyaretleri, Kâbe saygısı gibi Sabilikten kalan türlü inançlar özellikle Sünni İslamlıkta vardır. Bu sosyolojik bir olaydır.

Eşref Edib bilinen saldırı ve suçlama yöntemlerini yineler. Alevilerin kendi inanç sistemlerini öğrenmeleri ve sürdürmelerini "komünistliğin hortlatılması" korkutmacasıyla baskı altına almaya çalışır. Alevi toplumunu Sünni toplumu üzerinde bir "zulüm makinası" olarak göstererek, bu yüzyıllardır birlikte yaşayan Türkiye toplumunu karşı karşıya getirmeye çalışır. Alevilere aynı zihinler ve çevreler tarafından tarih boyu ne kadar iftira edilmişse, bunların tümünü yeniden kızartarak toplumun önüne sürmeye çalışır. Alevileri "dinsizlik ve mezhepsizlik"le suçlar. Üstelik bu düşmanca tavrını bakmadan Alevilik sorununa çözüm arar. Alevi toplumu için kurtuluş yolları, reçeteleri önerir. Doğallıkla önerisi XVII. y. yıldaki Aziz Hüdai Efendi'nin önerisinden hiç de farklı değildir. XVII. y. yılın Osmanlı şeriatçısı XX. y. yılın ortalarında ve Cumhuriyet Türkiye'sinde Eşref Edip olarak seslenmektedir. Önerisi Alevilerin Sünnileştirilmesidir. Bunun için devlet kurumlarını açıp, planlı-programlı eğitim çalışmaları yapmalıdır. Sonuç olarak şu amaçlanmaktadır. Alevilerin Alevi olarak yaşamaları olanaksızdır. Aleviler varlıklarını ancak Sünnileşmiş olarak, Sünni İslam olarak sürdürebilirler.

" İlmihal"lerin Teraneleri:

Aleviliği hedefleyen yayınlardan biri de İlmihallerdir. İlmihaller, Sünni-İslami çevrelerin bir başvuru kaynağıdır. Bunlar arasında en yaygını ve tutunanı Hüseyin Hilmi Işık'ın "Saadet-i Ebediye"sidir. "Tam İlmihal" olarak adlandırdığı bu eseri Aleviliğin merkezinde yer alan Abdal Musa gibi kimseleri "Cavidan okuyan kafirler" olarak suçlar. Bektaşilerin "İslamiyeti yıkmak için çalıştıkları"nı ve "hiç namaz kılmadıkları"nı yazar. Alevi-Bektaşiliğe bakış açısı budur. Alevi inancını yalnızca dedeye bağlanmak ve ona hizmet etmek düzeyine indirger. Ve "bütün ibadetleri bundan ibarettir" der. Aleviliğe, en özen gösterdiği namus noktasından saldırarak, bu çevrelerin sürekli yinelediği "kadın ortaklığı" suçlamasıyla karalar. Sanki olayı görmüş, gözlemlemiş gibi inandırıcı bir biçimde anlatır. Utanmadan şu yalanları dizer:

"Evli olanı kadınlarını, kızlarını da toplantıya getirir, içirirler ve dans ederler. Birisi, birinin kadınını veya kızını beğenirse, erkeğe gelip, sizin bahçeden bir gül koparacağım der, izin ister. O da karısını çağırıp, bu canın talebini hak et der. Sonra takbil ederdi (öper). Bu istek karşılıklı olursa, iki adam da babanın önüne gelip izin isterler. Baba izin verirse, ömürleri boyunca birbirlerinin eşlerini istifraş ederlerdi (odalık gibi kullanır ve cinsel ilişkide bulunurlardı)."

Hüseyin Hilmi'nin bir başka iftirası da şöyle:

"Bir toplantı gecesinde, Babanın önüne bir kadın gelip baş eğdi. Baba bana bukağı çöz dedi. Baba, dilediği birine, kalk şu bacıyı tomruğa vur dedi. Adam, kadınla bir odaya çe-kildiler. Bir derdine derman arayan bir kadın, bir Bektaşi ka-dınına sorar. O da bizim baba iyi büyü yapar diyerek, tekkeye götürür. Soyun! Baba geliyor derler. Kadın, olmaz der ise de, sakın ha. Buradan sır çıkmaz, cenazen çıkar diyerek korku-turlar. Kadın teslim olur. Sonra, getiren kadın buna. Babanın işi kötülük değildi. Hz. Ali'nin sünnetini yaptı der".

Hazretin iftiraları bununla bitmez. Bir de öğüt-nasihat verir:

"Şarap içen, namaz kılmaz. Anası ile, halası ile, teyzesi ile zina eder. Şarap içen ile arkadaşlık etmeyiniz. Cenazesine gitmeyiniz. Buna kız vermeyiniz. Onun kızı ile evlenmeyin" (46).

İnsanlar neyi düşünür, neyi tasarlar ve çevreye nasıl bakarlarsa başkalarını ve çevrelerini de öyle görürler. İnsanın, acaba H. Hüseyin Işık kendi beynindekilerini dile getiriyor demesi geliyor. Umarım bunlar Hazretin beyninin ürünleri ve kuruntuları olsa gerek.

Hüseyin Hilmi'nin teraneleri bununla da bitmez. Aleviliğin bütün değerlerini aşağılarken, onların karşı olduğu ve lanetlediği bütün öğeleri yüceltir. Alevilere karşın Muaviye'yi sahiplenir, onun İslam içinde açtığı yaraların savunucusu olur. Alevi düşmanı H. Hilmi Işık açıkça Muhammed-Ali çizgisi karşısında yer alan Muaviye'nin İslam anlayışının ve yolağının içinde yeralır. Onu Ehlibeyt'ten göstererek aklamaya çalışır. Tavrını açıkça şöyle ortaya kor:

"Rafizi denen bozguncular, Müslümanların Alevileri çok sevdiklerini görünce, Müslümanları aldatmak için kendilerine Alevi dediler. Bu zındık Aleviler, Hz. Muaviye'ye lanet ediyorlar. Muaviye Hz. Peygamber Efendimizin eshabındandır. Hem de kayınbiraderidir. Yani Peygamber Efendimizin Ehli-beyt'indendir. Hz. Hasan hilafeti kendi arzusu ile Muaviye'ye bıraktı. Layık olmasa bırakır mıydı?

Peygamber Efendimiz, esbabımı seviniz. Esbabıma düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. İşte biz gerçek Müslümanlar, Muaviye'yi bunun için çok seviyoruz. Ehlibeyt torunlarından birkaçına saygısızlık yapanlar, kötülenemez. Kafir denemez. Hiç birine dil uzatamayız. Kusurlarını konuşmak doğru değildir" (47).

Akıl, mantık "siz Müslümanları"nın Muaviye ve izdaşlarının Hz. Muhammed ve Ali soyuna, yoluna zarar verdiği, kıydığı için "sevdiklerinizi" söylüyor ki doğru olan budur. "Sizin", "sizlerin", "sevginizin" nedeni bu olsa gerek.

Cephe Hükümetleri Bu Kervana

Ders Kitaplarıyla Katılıyor:

MC Hükümetleri döneminde okullara el atılır. Amaç genç beyinleri kendi doğrultulannda eğitmek, yetiştirmek. Sağ tandanslı bir toplum yetiştirmek. Programlarında Alevilik de vardır. Demokratik, laik ve Atatürkçü düzenin bir güvenci olan Aleviliği karşılarında en büyük engel görüyorlardı. O nedenle bu inanışı karalayarak gençliğin ve gelecek toplumun benimseyemeceği, dahası savaşacağı bir inanış konumuna sokmayı tasarlıyorlardı. Böylece Alevilik Türkiye gündeminden çıkacak, toplum sağcı ve Sünni bir anlayışta olacaktı.

Özellikle toplumsal bilimlerle ilgili ders kitapları hazırlatıldı. Yazarların hepsi MC kafalı sağcı insanlardı. Edebiyatlar Mehmet Kaplan'a, tarihler Yılmaz Öztuna'ya, felsefe Mubahat Küyel'e yazdırıldı. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Mubahat Küyel'in lise son sınıflar için hazırladığı "Felsefeye Başlangıç" adlı ders kitabı Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu'nca da onaylanmıştır. "Doktor"ları "işçiler"e göre daha saygın insanlar olarak gören bu ders kitabı Aleviliği çocuklarımıza şöyle öğretiyordu:


Yüklə 0,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə