Namazı Terketmenin Hükmü



Yüklə 1,73 Mb.
səhifə12/17
tarix19.10.2018
ölçüsü1,73 Mb.
#74965
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   17
Bismillahirrahmanirrahim

2. Namaz ve Terk Edenin Hükmü

“Bizler Rasulullah’ın (s.a.v.) yanına gittik. Bizler yakın arkadaşlar olan bazı gençler idik. Onun yanında kırk gece kadar ikame ettik. Resulullah (s.a.v.) hiç şüphesiz çok merhametli ve dostça idi. Kendisi (bu uzun zamandan sonra) ailelerimizi özlediğimizi zann etti. Bizlere ehlimizi (ne zamandan beri ve nasıl) terk ettiğimizden sordu. Bizler de O’na (s.a.v.) haber verdik. Kendileri ise:“Ailenize dönün!Onlarda ikame edin. Onlara ilim öğretin. Onları ziyaret edin. Şu zamanda da şu namazı, şu vakitte de şu namazı kılın. Namaz vakti girdimi de sizden biriniz ezan okusun. Büyük olanınızda imamınız olsun. Beni de nasıl namaz kılar görmüş iseniz öylece namaz kılınız” diye buyurmuştur.283 Hadisin siyakı Buhari’dedir.



(283) Buhari: 2/92 ve 93. Ezan bölümünde:Misafirler cemaat iseler ezan okumaları ile ilgili babda; Müslim: (674) Mesacid bölümünde:İmamete en hak sahibi olan babında:Tirmizi: (205); Nesei: 2/77’de rivayet ettiler.

İşte bu hitap kesinlikle imamlaradır. Her ne kadar sadece onlara özgü olarak gelmemişse de.

Nebi (s.a.v.) onlara namazı gibi namaz kılmalarını emredince ve onlara hafif tutmayı da emredince işte bundan da yapmış olduğunu mutlaka emrettiği de zaruretle anlaşılmaktadır. İşte bunu şu açıklamalar daha da açıklığa kavuşturur: “Çoğunlukla olan bir fiil, şüphesiz bazen kendisinden uzun olana nisbetle hafif olarak isimlendirilir. Kendisinden hafif olması nisbetiyle de uzun diye isim alır. Bunun da dinde kendisine dönen bir sınırı da yoktur. Bu, örfe, tutmaya, kabz etmeye ve ölüleri diriltmeye dönen bilinen fiillerden de değildir. Tıpkı aslında ona döndüğü gibi. Şayet bunda, insanların örflerine, geleneklerine rucu etmek caiz olsa -hafifletmeye ve vecizin isimlendirilmesi hakkında- o zaman namazın zailiği ve ölçüsü zabt edilmeyecek bir açıklıkla ihtilaf edecektir. Bu yüzden de yüce Allah’ın (c.c.) kendilerinin kalplerini -hafif tutmakla emr olunan bu konuyu, tahfiften mümkün olanlarla -ki namazın hepsinde hafif tutmak ve veciz kılmak olayına inanarak, bunun daha faziletli olduğunu da sanmakla- süpürecektir. Böylelikle de onların çoğu burada okun fırlaması gibi (hızlıca) fırlayıp (acelece kılacaklardır.)Ondan sonra da ruku ve secdede “Allahu Ekber” demeden hızlıca geçecek bir şeyi ziyade edemeyecektir. Öyle ki, daha nerdeyse secdesi rukusunu geçecek, rukusu da kıraatini geçecek hale gelmektedir. Bazen de bir defa tesbih etmekten daha faziletli görecektir.

Nitekim bazılarından şunlar hikaye edilmiştir: “Namazında mutmain olan kendi kölesini görünce onu dövüverdi ve: “Şayet sultan seni çalışmak için gönderse, sen bu yavaşca hareket etmen gibi işinde de yavaş olur musun?” dedi.

İşte bunların hepsi namaz ile oyun oynamak, onu yok saymak ve şeytanın tuzağına, aldatmasına kanmak demektir. Aynı zamanda Allah (c.c.) ve Resul’ünün (s.a.v.): “Namaz kılınız” (Bakara: 2/43) diye buyurdukları ayete de terstir. Böylece de namazı ikame etmekle emrolunduk. Bu da ruku, kıyam, secde ve zikirlerini tam olarak yerine getirmek demektir.

Muhakkak ki Allah (c.c.) felaha ulaşmayı namaz kılan kimsenin huşulu olmasına bağlamıştır. Her kimin namazının huşusu gidecek olursa o felaha uğrayan kimselerden değildir. Dolayısı ile namazı acelece ve eksik olarak kılan kimsede kesinlikle huşunun meydana gelmesi imkansızdır. Bilakis huşunun oluşması sadece mutmainlik ile olur. Ne zaman mutmainlik artacak olsa huşu da artar. Huşu ne zaman azalacak olsa, o zaman o kişinin acele ettiği o el hareketlerinin (hızlılıktan dolayı) şiddetlenmesiyle boş bir işmiş gibi olur ve huşu da bulunmamış olur. Burada ubudiyyete (kulluğa) da yönelme (tamamıyla) gerçekleşmemiş olur. Kulluğun hakikatini de o kimse bilmemiş olur.

Allah’u Azze ve Celle: “Namazı kılınız”, “Onlar ki namaz kılarlar”, “Namaz kıl” (Ankebut: 29/45), “Mutmain olduğunuzda namaz kılınız” (Nisa: 4/103), “Namazı kılarlar” (Nisa: 4/162) diye buyurmuştur.

Aynı zamanda İbrahim (a.s.):“Ya Rabbim!Beni namaz kılanlardan kıl” (İbrahim: 14/40) diye buyurmuştur. Musa’ya (r.a.) da: “Bana kulluk et. Beni hatırlamak için namaz kıl” (Taha: 20/14) diye buyurmuştur.

Şüphesiz ki Kuran’ı Kerim’in hiçbir yerinde namazın, tam kılınması ile yakın olarak zikredilmediğini bulamazsın. Muhakkak ki insanlar arasında namaz kılanlar azdır. Dosdoğru, tam olarak kılanlar ise bu azın da azıdırlar. Ömer (r.a.)’in dediği gibi: “Haccılar azdır. Kafileler ise çoktur. “Dolayısıyla amel edenler emrolunan amelleri yeminin kefareti olarak revaç bulması için amel edenler: “İsim vaki olsun yeter az da olsa olur. Keşke öbürlerini de kılsak” derler. Şayet onlar, meleklerin kendilerinin namazlarını (semaya) yükselttiklerini bilseler, insanların, melik ve büyüklerine hediyeleri yaklaştırıp verdikleri hediyeler gibi Rabb Teala’ya bunu (namazı istenildiği gibi) arz ederler. Kendisine takdir edilenin en faziletlisini yapmaya kast eden, gücü nisbetince namazı süsleyip güzel yapmayarak sonra da istediği ve korktuğuna yaklaşan kimse, namazı daha aza indiren ve düşüren ve bunda birşey görmeyen ve katında hiçbir kimsenin mevkisi olmayanın mevkisine gönderdiği kimse gibi değildir. Aynı zamanda namazı kendisinin kalbine bir esinti, hayal, rahatlık, gözüne bir nur, hüznüne bir refah, kederine, gammına bir zihab, konum ve seviyelerine de bir güzellik olan da, kalbinde cimrilik, organlarda bir kelepçe, bir külfet, bir ağırlık bulunan kimse gibi olmaz. İşte bu gerçekten çok büyük bir konudur. Bu yüzden de namaz bir göz aydınlığı ve rahatlıktır.

Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: “Sabır ve namazla yardım isteyin. Çünkü bu sadece huşulu olanlar için büyük bir konudur. Onlar ki Rabbleriyle kavuşmayı zann ederler (arzularlar). Onlar hiç şüphesiz O’na (c.c.) dönücüdürler.” (Bakara: 2/45, 46)

İşte yüce Allah’a (c.c) kalpleri muhabbet beslemediğinden onu tekbirlemediğinden, tazim etmediğinden, ona huşulu olmadığından ve namaza çok az rağbet ettiğinden namaz onların dışındakilere sadece büyük bir konu olarak gözükmektedir. Çünkü kulun namazda huzurlu ve huşulu olması, namazı tam yapması, ikamet edişi ve tamamlamasındaki genişliğinin güzelliği Allah (c.c.) için (bunda) o kulun rağbeti kadardır.

İmamı Ahmed, Mehnen bin Yahya rivayeti hakkında şöyle demiştir: “Onların İslam’dan nasibleri ancak namazdaki nasibleri kadardır. İslam’a da olan rağbetleri ancak namaza olan rağbetleri kadardır. Dolayısıyla Ey Abdullah!Sen bunları iyi öğren. Allah (c.c.) ile (kötü) olarak karşılaşmaktan da sakın!Sende İslam’ın bir takdiri olmaz. Çünkü kalbinde İslam’ın takdiri (miktarı) kalbinde namazın miktarı kadardır. Allah’ın (c.c.) sevgisini, haşyetini, O’na rağbeti, O’nu namazla yüceltme ve tazim etmekle yetişen bir kalb, bunlardan boş ve harap olan bir kalb gibi değildir. Şayet yüce Allah’ın (c.c.) önünde kişi namazı ile durunca kendisi huşulu ve mutmain bir kalple durmakta, ona yakın ve kötülük arızalarından da selim olmuş olarak bulunur. Onun ircası da heybetle dolmuş, imamın nuru da onda bulunmuş, nefsin örtüsüyle şehvet dumanı kalkmış ve Kuran manalarının bahçelerine yükselmiş, isim ve sıfatlarının hakikatleri, yüceliği, güzelliği ve büyük kemalliği ile iman tebessümü kalbine girmiştir.

Muhakkak ki Rabb Teala’yı da celaleti sıfatlarıyla, kemalat sıfatları ile tek kılmıştır. Böylelikle de düşünceleri Allah’ı (c.c.) tefekkür etmekle toplanmış, Allah’ı (c.c.) (çok sevmesinden) dolayı da gözü aydınlanmış ve hiçbir benzeri olmayan bir yakınlıkla Allah’a (c.c.) yakınlaşmış, kalbi O’na imanla dolmuş, O’na tümüyle yönelmiş. İşte bu yönelmesiyle, Rabbi de ona iki defa yönelir. İlk olarak Allah(c.c.) yönelir. Kulda yönelmesinden ötürü kalbi cazipleşirde cazipleşir. Yine Rabbine yönelince başka bir yöneliş ile ondan haz alır. İlkini de bununla tam kılar.

Burada acayib bir konu daha vardır!Kişi de isim ve sıfatların acaiblerini, Kuran’ın manalarını anlama ufku kalbinde meydana gelir. Bununla da (yine) kalbinde iman tebessümü doğar. Her isim ve sıfatı da namazından bir bölüm olarak ve mahal olarak görür. Çünkü Rabb Teala’nın önünde ayakta dimdik durduğunda kalbi ile O’nun kayyimliğine şahitlik eder ve: “Allahu Ekber” der. O’nun kibriyalığına (azametine) şahitlikte bulunur. Kendisi: “Subhanekallahümme ve bihamdik ve tebarek esmuk ve teala ceddük ve la ilahe ğayruk.284 dediğinde de kalbiyle her türlü ayıptan, kusurdan münezzeh ve salim olan, her türlü övgüyle övülmüş olan Rabbe şahitlik etmektedir.



(284) Müslim: 399, Namazda: Besmeleyi sesli okumaz diyenlerin delili babında rivayet ettiler.

O’nun hamdi tüm kemalatı ile vasfını içermektedir. İşte bu da O’nun (c.c.) bütün nakıslıklardan beri olduğunu, isminin de mübarek olduğunu icab ettirmektedir. O’nun adı zikr olunduğu zaman (kazanacağı ecir) çoklaşır. Hayırda bulunduğu zaman da muhakkak ki onu da nimetlendirir ve o konuda mübarek kılar. Ona isabet edecek bir afeti de yok eder. Ona yaklaşacak olan şeytanı da rezil eder ve uzaklaştırır. İsmin kemalliği (tamlığı) müsemmanın kemalliğindendir. Dolayısı ile ne semada ve ne de yeryüzünde zarar veremeyecek olan bu şan ismi ise o zaman isimlendirilenin (müsemmanın) şanı daha yüce ve daha üstündür.

“Ve Teala cedduhu”: “Onun azameti büyüktür, her büyüklüğün üzerinde kılınmış, her şanın üzerine yükselmiş, her saltanatın üzerine saltanatı otoriter olmuş, O’nun mülkünde ve Rabblığında ya da ilahlık, fiil ya da sıfatlarında ortağı bulunmamış” manasına gelir. Tıpkı yüce Allah’ın (c.c.) mümin cinlere dediği gibi: “İşte O (c.c.) Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce ve ne de bir evlat edinmiştir.” (Cinn: 72/3). İşte bu kelimelerin kaçında, isim ve sıfatların hakikatlerinin tecellilerini kalbinde kişi bilmekte, bunların hakikatlerini yok saymamakta....

Şayet: “Euzu Billahimineş-Şeytanir-Racim” derse, çok önemli bir ruknü de korumuş olur. Kendisi düşmanından dolayı da, kuvveti ve gücüne de sımsıkı sarılarak korunmuş olur. O düşman nitekim Rabbinden bunun kopmasını daha kötü duruma düşsün diye O’na (c.c.) yakın olmasından da uzaklaştırmak istemektedir.

Kendisi:

“El-Hamdu lillahi Rabbil Alemin” der, güzelce ve sükunetle durur ve Rabbinin:

Kulum bana hamd etti”285 deyip cevap vermesini bekler. Kendisi:

“Er-Rahmenir-Rahim” dediğinde de Rabbinin:

Kulum bana sena etti” deyip cevap vermesini bekler. Kendisi:

“Maliki yevmiddin” dediğinde Allah’ın (c.c.):

Kulum beni yüceltti” diye cevap vermesini bekler.

(285) Bu ve devamı hadisten bir bölümdür. Müslim: 39 Namazda her rekatta Fatiha’nın okunmasının vacibliği babında; Muvatta: 1/84, 85 namazda:İmam sesli okumadığı zaman imamın arkasında kıraat okumanın babında; Ebu Davud: 821 Namazda; namazında Fatihatul Kitabı okumayı terk etmek babında; Tirmizi: 2954 Kuran’ın tefsiri bölümünde: Fatihatul kitabın suresinden; Nesei: 2/135, 136 iftitah bölümünde: Fethatül kitapta “Bismillahirrahmanirrahim” demeyi terk etme babında rivayet etmişlerdir.

Rabbinin üç defa: “Kulum” demesi ile kişinin kalbinin lezzeti, gözünün aydınlığı ve nefsinin sevinci de ne kadar hoş! Allah’a (c.c.) yemin olsun ki, arzu dumanı ve nefis emmarelerinden kalbe sirayetinden, Rabb Tela’nın, musahhar kılanın ve mabud olanın, kuluna: “Kulum bana hamd etti, bana sena getirdi ve beni yüceltti” demesi kadar o kulu sevindiren ve sevince, feraha sokan bir duygu (çok azdır.)

Sonra da o kimsenin kalbi bu üç isime -ki bunlar güzel isimlerin asılları olan: “Allah, Rabb, Rahman” isimleridir- şahitlik etme mecali olmaktadır. Allah’ın (c.c.) zikriyle o kulun kalbinin, ilah, mabud, mevcud ve korkunulan diye O’nun zikriyle şahit olması o kulun başkasına kulluk etmeyeceğini, Allah’a kulluğun olacağını gösterir. Nitekim tüm yönler O’nu sıfatlamış, varlıklar O’na boyun eğmiş, seslerde O’nun için huşuya varmıştır: “Yedi gök ve bunların için de bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki O, Halim’dir, mağfiret edicidir.” (İsra: 17/44) ve:

Semavatta ve yeryüzündekilerin hepsi O’nundur. Hepsi de O’na boyun eğerler.” (Rum: 30/26)

Aynı şekilde yerin ve göğün ve her ikisi arasında bulunanların yaratılışı da böylecedir. Cinlerin, insanların, kuşun, vahşi hayvanların, Cennet’in, ateşin yaratılışı, resuller gönderişi, kitaplar indirmesi, kanunlar biçmesi, kullara emir ve nehiyler kılması da böylecedir.

Onun “Rabbil Alemin” isminin zikrine de onun nefsi ile kaim olduğuna, herşeyi kaim kıldığına -ki O herşeyi hayır ve şer ile kaim kılmıştır-, arşa istiva ettiğine, melekutu tek başına evirip çevirdiğine -ki tüm evirip çevirme O’nun elindedir- Bütün işlerin O’na döndüğüne kul şahitlik etmektedir.

Şüphesiz tüm evirip çevirmeyi, yönetmeyi meleklerin ellerine, yüce Allah (c.c.) katından verilmiştir. Onlar kendilerine Allah’ın (c.c.) vermesi ve nehy etmesi, indirip kaldırması, hayat verip öldürmesi, tevbeyi kabul edip azl ettirmesi, kabz edip yayması, sıkıntıları kaldırması, yağmur isteyenlere yağdırması, zorda kalanlara yardım etmesi, icabette bulunması ile bunları meleklere (vesile) olarak vermiştir.

Göklerde ve yerde bulunan herkes, O’ndan diler. O, hergün (her an) bir iştedir.” (Rahman: 55/29) O’nun verdiğini kimse men edemez, men ettiğini de kimse veremez. O’nun hükmünü kimse engelleyemez. Kimse de O’nun emrini red edemez. O’nun kelimelerini de kimse değiştiremez. Melekler ve ruh O’na yükselirler. Amellerde O’na günün ilkinde ve sonunda olmak üzere arz olunur. O takdiratı biçen, vakitleri tain edendir. Sonra da korunması ve masalıhı ile bunların hepsinin tedbiri (evirip çevirilmesi) ile kairrak miktarları da vakitlere sürendir.

Sonra da: “Rahman”(c.c.) isminin, zikrine, O’nun tüm ihsan türleriyle mahlukatına ihsan edici bir Rabb olduğuna, nimet çeşitlerini vermesiyle onlara sevgi beslediğine, O’nun rahmet ve ilminin her şeyi kuşattığına, O’nun tüm mahlukatına fadl ve nimet bahş ettiğine, rahmetinin her şeyi kuşattığına, nimetinin de her canlıyı kapladığına, mahlukatı rahmetiyle yarattığına, kitapları rahmetiyle indirdiğine, rasulleri rahmetiyle gönderdiğine, kanunları rahmetiyle kıldığına, Cennet’i rahmetiyle yarattığına, ateşi de rahmetiyle yarattığına -ki Cehennem’e de, tıpkı Cennet’e müminleri soktuğu gibi (kafirleri ve) asi müminleri sokması ve haps etmesi. (Sonra da asi olanları ateşten sonra temizleyip Cennet’e sokmasına da)- kul şahitlik etmektedir.

Dolayısı ile O’nun emir, nehy, vasiyyet ve öğütlerindeki sınırsız rahmete, bol nimete ve rahmetle nimetinden oluşan durumu bir düşünüp taşın!Dolayısıyla rahmet O’nun kullarına O’dan (c.c.) muttasıf olan bir sebebtir. Tıpkı Allah’a kullluğun kullardan muttasıf bir sebep oluşu gibi. Öyleyse kulluk mahlukattan Allah’a (c.c.), rahmette Allah’dan mahluklarına olmaktadır.

İşte bu ismin en has sahnesi (şahitlik belirtisi) rahmetten namaz kılan kişinin nasib almasıdır. Öyle ki o Rabbisinin önünde namazda iken bu nimeti yakalar. Kulluk etmesi ve yalvarmasıyla O’na (c.c.) telbiye getirir. Sadece O’ndan ister ve başkasından dilemez, kalbiyle yönelir. Başkasına kalbinin gitmesini engeller. İşte bu Allah’ın (c.c.) kendisine verdiği rahmetten ileri gelir.

Kendisi: “Maliki yevmid-Din” dediğinde işte burada kul, kendisinden başka apaçık hak olup bulunmayan melik olan Allah’ın (c.c.) şanının yüceliğine şahitlik eder. O’nun otoriter bir melik olduğuna, yarattıklarının O’nun yanında değersiz olduğuna, yüzlerin O’nun için coşup (secdeye vardığına), cebbar kimselerin O’nun azametinden zillete düştüğüne, O’nun izzeti ile bütün izzetli kimselerin boyun eğdiğine şahitlik de eder. Aynı zamanda kalbiyle semanın arşı üzerinde muheymin olan bir melikin bulunuşu ile, yüzlerin O’nun izzetinden dolayı coşup secdeye kapandıklarına da şahitlik eder. Melik olanın sıfatının hakikatını iptal etmeyecek olsa, isim ve sıfatların hakikatlerinin şahitliğini muttali kılar. Öyleki bunların tatili (yok sayılmaları)O’nun melikliğini yok saymak demektir. Bu da bile bile inkardır. Çünkü hak olup tam olan (eksiksiz bulunmayan) Melik; diri, gayyum, işiten, gören, yöneten, kadir olan, konuşan, emreden, nehy eden, mülkünün seririnde istiva etmiş olan, mülkünün her yerine emirlerini gönderip, rızalığı kazanan kimseye razı olan, ona sevap, ikram ve yakınlık veren, gazabı kazanan (hak edene de) gazabı veren, ona akibet, nehy ve ona kısma veren, dilediğine azab, dilediğine merhamet, dilediğine (hasenat) veren, dilediğini yakınlaştıran, dilediğinden kısan, azab yurdu bulunan; Cehennem ve büyük saadet yurdu; Cennet bulunandır. Her kim bundan bir şeyi iptal edecek olursa ya da bilerek yok sayıp hakikatını inkar etse o zaman yüce Allah’ın (c.c.) malik olduğunu zedelemiş olur, O’nun kemalatını ve tamamlığını (eksiksizliğini) nefy etmiş olur. Aynı zamanda O’nun (c.c.) kaza ve takdirini inkar eden de böylecedir. İşte o da Allah’ın (c.c.) malikliğinin ve kemalatının tamamını inkar etmiş demektir. Namaz kılan, dolayısı ile; “Maliki yevmid-Din” diyerek Rabb Teala’yı övmeye şahitlikte bulunmuş demektir.

Kendisi: “İyyake Na’budu ve iyyake nestein” dediğinde, işte bunda mahlukatın, emrin, dünya ve ahiretin sırrı söz konusudur. Bu da maksatların ve en faziletli vesilelerin olması için, bunlarla içeriklidir. İşte maksatların ecelli O’na kulluk etmektir. En faziletli vesilelerde O’ndan yardım istemektir. Ondan başka ibadet edilmeyi hak eden kimse yoktur. Ondan başka kimseye kulluk edilmez. O’na kulluk en yüksek ve büyük gayedir. Yüce Allah (c.c.) yüz tane kitap, ve dört tane kitap indirmiştir. Bunların manalarını da dört kitapta toplamıştır: Bunlar:Tevrat, İncil, Kuran ve Zebur’dur. Hepisinin manalarını da Kuran’da toplamıştır. Bunların hepsini de mufassalda, mufassaldakileri de Fatiha suresinde toplamıştır. Fatiha suresindeki manayı da: “İyake na’budu ve iyyake nestein” ayetinde toplamıştır.

Şüphesiz ki bu kelime tevhidin iki kısmını içermektedir. Rububiyyet ve Uluhiyyet tevhidlerini, “Rabb” ismi ile ve “Allah” ismi ile kulluğu içermektedir. Kul Uluhiyyetine kulluk etmekte, Rububiyyetinden de yardım dilemektedir, Allah’dan (c.c.), O Allah (c.c.) rahmetiyle sıratı müstekime yöneltir. Surenin ilki “Allah, Rabb, Rahman” isminin zikriyle olmuştu. İbadetinden, yardımından ve hidayetinden taleb etmeye mutabık olsun diye. Çünkü yüce Allah (c.c.)’dır sadece bunların hepsini bahş eden. O’na ibadette kimse ortak olamaz. Ondan başka kimse hidayet de veremez.

Sonra da dua eden: “İhdinas-Sıratal mustekim” diyerek bu meseleye şiddetlice ve zaruri olarak ihtiyaç duyması ile -ki buna ihtiyaç duyulan gibi başka bir şeyde yoktur elbet, şahitlikte bulunur. Çünkü O herşeyde ve her göz açıp kapa miktarınca da Allah’a (c.c.) muhtaçtır.

İşte bu, bu duadan kast edilenlerdir. Bu da tafsilatlı hidayeti istemektir. Aynı zamanda iradesi, tekvini, tevfiki, mahlukatı yaratma kudretini de göstermektedir bu ayet. Rabb Teala’dan sevilen ve razı olunmuş bir yüzle onun Allah’tan bir talebidir. O da kulunu herbir işinden sonra başka bir işinde fasitliğe düşmesin diye onu korur. Dolayısıyla kul kendisine gelen bütün bu hidayetlerin hepsinde muftekir ise, hidayetin dışında da kendisine gelen bazı işleri tepmesi ile tevbe etmeye muhtaç kalır. İşlerde tafsilatlı olmadan asıllarına gitmek, erişmektir. Ya da yönü dışında bir yönle ulaşmaktır. Dolayısı ile bu kişi hidayeti, artsın diye hidayetin tamamlanmasına muhtaçtır. İşler ki:Kendisine mazide (geçmişte) hasıl olan şeylerin gibi ileride de bunda hidayetten hasıl olacağına ihtiyaç duymasıdır. Yine işler ki: Kendisi bu işlerde itikadsızdır. Yine bunda da hidayete ihtiyacı vardır. İşler ki; yapmadığı işleri. Yine bunda da hidayet yönü bakımından bunları yapmasında ihtiyacı vardır. İşler ki bunlarda doğru bir itikada ve doğru bir amele götürmesi. Bunda da sebata ihtiyacı vardır. Bunun gibi hidayet türlerini (çoğaltabiliriz).

Yüce Allah (c.c.) kula, gündüz ve gece defalarca, en iyi halinde de olsa hidayeti istemesini farz kılmıştır. Sonra da bu hidayete erenlerin, “Gazaba uğrarayanlar’ın -ki onlar hakkı bildikleri halde tabi olmamışlardır- ve “Sapıklığa uğrayanların” -onlarda Allah’a ilimsiz olarak kulluk ediyorlardı- dışında, Allah’ın (c.c.) nimetine ulaştıklarını yine yüce Allah (c.c.) beyan etmiştir. Nitekim bu iki taife O’nun yaratması, emri, isimleri ve sıfatlarında ilimsiz olarak konuşmakta ve bunda ortak olmakta idiler. Nimete erenlerin yolu ise; batıl ehlinin hepsinin -gerek ilim ve gerekse amel bakımından- yollarından ayrıdır, farklıdır.

Kul (namazında) bu sena, dua ve tevhidden fana oldumu (bitirince), kendisini (Fatiha suresinin) sonunda “amin” demesi konusu takip eder. Nitekim burada semadaki melekler muvafakat da ederler. İşte bu temin (amin demek), namazın süsündendir. Tıpkı namazın başka bir süsü olan iki elin kaldırılması gibi. Bu aynı zamanda sünnete uymak, Allah’ın (c.c.) emrine tazim göstermek, iki elin kulluk etmesi, bir rükünden başka bir rükne intikal etmek demektir.

Sonra da Rabbine kelamı ile münacata başlar. İmamı dinler ve susar kalbinin hazır olması ve şahit bulunması ile... Namazın en faziletli zikirleri de kıyamın zikridir. Namaz kılanın en güzel duruşu kıyamdaki duruşudur. Hamd, sena (övgü) ve yüceltme ile ve de Rabb Teala’nın kelamını okuması ile burada (kıyamda) özgünleşir. Bu yüzden rüku ve secdesinde Kuran okumaktan nehy olunmuştur. Çünkü bu iki halde kul alçalmış, boyun eğmiş ve çökmüştür. Dolayısı ile bunlarda sadece o duruma yaraşan bir zikri okuması münasibtir. Rüku eden kimseye, o çömelmiş, boyun eğmiş bir halde bulur iken Allah’ı tazim etmesi meşru kılınmıştır. Allah’u Teala, celalini, büyüklüğünü ve azametini zedeleyip bunlara zıt gelecek olan şeylerden (tenzih etmiş), azametinin vasfını da vasf etmiştir. Mutlak olarak rüku edenin rükusunda: “Subhane Rabbiyel azim” demesi en faziletlisidir. Çünkü yüce Allah (c.c.) kullarına bunu emr etmiştir. İşte bu zikri de Nebi (s.a.v.) Allah ile kulları arasında bunu tebliğ etmiştir. Nitekim: “Azim olan Rabbinin ismini tesbih et” ayeti nazil olunca, Nebi (s.a.v.): “Bunu rükulerinizde kılınız” diye buyurmuşur.”286 Bazı ilim ehli de bunu kasten terk edenin namazını iptal saymıştır. Aynı zamanda bunu terk edene sehv secdesini yapmasını da vacib kılmışlardır. İşte bu imamı Ahmed’in mezhebi olup, buna bazı hadis ve sünnet imamları da muvafakat etmiştir. Bununla emretmek, son teşehhüdde Nebi (s.a.v.)’ye selavat getirme emrini kısaltmaz. Onun vacibliği de namaz kılan kişinin alnını ve iki elini (koyması) mübaşeretinin vacibliğini kısaltmaz. Dolayısı ile rüku, Rabb Tealayı, kalb, kalıp ve söz ile tazim etmek demektir. Bu yüzden de Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Rükuya gelince, işte orada da Rabb Teala’yı tazim ediniz.”287

(286) Bunun tahrici sayfa: 139’da geçmişti. İsnadı ise hasen (hadise) kabildir.

(287) Müslim:Namaz bölümünde. Rüku ve secde de Kuran’ı kısmaktan nehy babında rivayet ettiler.

(RÜKUDANDO⁄RULMAKHAKKINDA)FASILA

Sonra kul sözünün en kamilliği ile dönüp başını kaldırır. Bu rüknü de, Allah’a (c.c.) bir hamd, O’na bir sena ve övgüsüyle şiar kılar. Bu şiarı da namaz kılan: “Semi Allahu Limen hamideh” diyerek açar, yani: Kabul ve icabetin işitmesini işitendir. Sonra da: “rabbena velekel hamd. Miles-Semavati vel-Ardi ve Mile ma beynehuma ve milema şi’te min şeyin” kavliyle de duada (övgüde) bulunur. “Rabbena velekel hamd” ibaresindeki “vav”ın emrini de okumada ihmallik göstermez. Çünkü bu “Sahihayn”da geçen bir hadisle mendupluk belirten bir emirdir. Bu da kendi nefisleriyle ayakta olan iki cümlenin taktiri ile kelamı kılmaktadır. Çünkü: “rabbimiz” kavli manada “sen Rabb, Melik, işlerin halleri elinde bulunan Kayyum olansın. Bunların dönüşleri de sanadır” demeyi içermektedir. Böylelikle de bunu “Rabbena” kavlinden mefhumi manasına bunu atf etmektedir. Aynı zamanda, “Velekel Hamd” kavliyle de. Böylece de onu tekleyenin, melike hamdin ona olduğunu içermektedir. Sonra da bu hamdin durumundan, taktiren ve sıfaten de azametinden haber vermekte ve: “Miles-Semavati ve milel ardi ve milea şi’te min şeyin”(.) der.

Yani:Alemlerin altı üstü, fezanın ve anasının hepsinin doluşu kadar hamd. İşte bu hamd, mevcud olan mahlukatın dolduğu olup, bu da Rabbinin bundan sonra da yarattığındaki doluluk ve dilediği olandır. Nitekim O’nun (c.c.) hamdi her şeyi doldurmuştur. İleride olacak olanları da doldurmuştur. İşte bu iki taktirin en güzel açıklanma anlatımıdır.


Yüklə 1,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə